Burada üç önemli faktör var. Biri devlet. Devlet kültür alanında nasıl bir rol belirliyor? İkincisi, bu rolü kimler üstleniyor, yani kültürü asıl kim üretiyor ve kim tüketiyor? Üreten ve tüketenler var. Sivil toplum örgütleri de bu açıdan çok önemli. Bir de yerellikten bahsettiniz, tabii ki yerel bir kültür de var. Yani doğal olarak belirli topluluklar içinde üretilen, ortaya koyulan, bayramlarda yapılan ritüeller gibi, halk oyunları gibi, daha az örgütlenmiş bir kültür dünyası var.
Benim gördüğüm kadarıyla Türkiye’de daha başından beri devlet her zaman bu konularda otorite olmaya kalkmıştır ve bu giderek daha da güçlenmiştir. Örneğin biz Sanart - Estetik ve Görsel Kültür Derneği olarak yaptığımız etkinliklerde 1995’lere kadar devletten bir şekilde yardım alabiliyorduk. Ayrıca devletin bu yardımı sadece finansal olarak değil, eylem olarak da destekleyebileceği kurumları vardı. Kültür alanında, örneğin tiyatro alanında, sergiler konusunda, müzeler konusunda uzmanları vardı. Onlar yardımcı olurdu. Ya da devlet bir sergi planlayıp o sergiyi örneğin Fransa’ya götürürdü. Giderek her konuda ve özellikle çağdaş konularda devletin yatırımı en aza indirildi. Devlet ancak belirli ideolojik etkinlikler alanında yardımda bulunuyor ve birçok konuda da engelleyici rol oynuyor. Sanatın sadece bireysel yatırımlara bağlı kalması aynı zamanda sanat ve kültürü belirli sınıf ya da belirli gelir grupları içine kapatıyor.
Ama dün bir şey fark ettim, İstanbul Bienali’nde, Pera Müzesi’nde biletsiz, para ödemeden herkes giriyordu ve her türden insan vardı, başı bağlı ve hatta terlikle gelmiş bir kadın, yanında torunlarıyla çok şık bir hanım, yabancılar falan. Demek ki şöyle bir şey daha var, bunu son olarak ekleyeyim: Türk halkı ve bütün dünyada insanlar çağdaşlaşmak istiyor, dini inançları ne olursa olsun, kendi çağdaşlık anlayışına göre çağdaşlaşmak istiyorlar. Aslında 17.-18. yüzyıldan beri Türk halkı her zaman buna açık olmuştur, çünkü kültür her zaman yeniliğe açıktır; sürekli değişen, sürekli çoğalan, sürekli kendi kendisini üreten ve insanı üreten bir şey ve bu açıklık çok önemli. Ama bunun karşısında da, hep bu yeniliğin kutsal düzeni, kutsal düzen neyse, bozduğu suçlaması yapılmıştır. Cumhuriyet döneminde veya daha önceleri 1914’lerde Türkiye’de büyük bir güzel sanatlar atılımı olmuştur, müzikte örneğin böyle atılımlar çok olmuştur, çok açılımlar olmuştur, ama bunlar tutucu kesimler tarafından hep engellenmeye çalışılmıştır. Bu fanatik ve tutucu kesimler hep pusuda beklemiş, önemli atılımlar yapıldığı vakit ortaya çıkmış, saldırgan olmuşlardır.
Bu kesimler bugün öne çıkan kesimler olmaya başladı. Ön plana çıkıp yeniliğe karşı tutum alıyor ve Türkiye’nin kültürünü son derece kısıtlı, kapalı bir kültür tanımına göre tarif eden bir anlayış ortaya atıyorlar.