JALE NEJDET ERZEN ve HASAN BÜLENT KAHRAMAN
ile Söyleşi
  • JALE NEJDET ERZEN

    Ressam, sanat tarihçisi ve öğretim üyesidir. 1974’ten bu yana Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) öğretim üyesi olarak tasarım, sanat tarihi, fotoğraf ve estetik dersleri vermiş, halen yarı zamanlı olarak çalışmaktadır. Osaka, Bologna, Koper-Primorska üniversitelerinde misafir profesör olarak bulunmuş, 1980-1984 Boyut dergisi editörü, SANART Estetik ve Görsel Kültür Derneği kurucusu ve başkanı (1992- 2010), 2007 Uluslararası Estetik Kongresi (International Congress of Aesthetics) düzenleyicisi, International Association of Aesthetics (IAA) başkanı (2016-2019) olarak görev yapmıştır. Fransız Kültür Bakanlığı Şövalye Nişanı, Mimarlar Odası Mimar Sinan “Mimarlığa Katkı” ödülü, Sanat Çınarı ödülü, Fulbright bursu, Japonya Tanıtma bursu sahibidir. Mimar Sinan, mimarlık, sanat ve estetik üzerine yerli ve yabancı kitap ve makaleleri vardır. Resmi ve özel koleksiyonlarda eserleri bulunmaktadır.

  • HASAN BÜLENT KAHRAMAN

    Kadir Has Üniversitesi rektör yardımcısı ve İletişim Fakültesi dekanıdır. Daha önce kuruluş çalışmalarına katıldığı ve çeşitli yönetim sorumlulukları üstlendiği Sabancı Üniversitesi’nde ve Bilkent Üniversitesi’nde görev yapmıştır. Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmaları Bölümü Ahmet Ertegün Profesörüdür. Abdullah Gül Üniversitesi Bilim Kurulu, Işık Üniversitesi Danışma Kurulu üyesidir. Sabancı Müzesi Yönetim Kurulu ve Uluslararası Danışma Kurulu, Contemporary Istanbul İcra Kurulu, Akbank Sanat Danışma Kurulu üyesidir. Prof. Erdal İnönü’nün, Murat Karayalçın’ın ve 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Başdanışmanı ve 1991-95 yılları arasında Kültür Bakanlığı Danışmanı olmuştur. BP Ulusal İtibar Kurulu üyesi olarak çalışmıştır. ABD-USIS Young Leaders programına seçilmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından hazırlanan 2013 yılı Eğitim Hedefleri Komisyonu üyeliği yapmıştır. Cumhurbaşkanlığı Abdullah Gül Müzesi’ni Baş Küratör olarak tasarlamış ve kuruluşunu gerçekleştirmiştir. 2015 yılında Belçika hükümeti tarafından düzenlenen Europalia Turkey festivalini Sanat Direktörü olarak yönetmiştir. Küratör olarak çok sayıda uluslararası sanatçının sergisini düzenlemiştir. Yayımlanmış çok sayıda makalesi, siyasal, kültürel, yazınsal ve görsel kuram alanlarında 20’den fazla kitabı bulunmaktadır. American Political Science Association, Middle Eastern Studies Association, College Art Association, Tarih Vakfı, Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) ve WWF Türkiye Mütevelli Heyeti üyesidir.

JNE

Şöyle bir yerden başlayabiliriz. Sanatsal kurumlar kentte, Hasan Bülent’in bahsettiği toplumsal alanları yaratan kurumlar ve bunlar ne kadar çoğalırsa, kent de o derece açık kent haline gelebilir. Çünkü sanat paylaşılan bir şeydir; yani özellikle işte sinema, tiyatro, hatta dil kursları diyelim, hatta edebiyat söyleşilerinin olduğu yerler, müzeler, bütün bu alanlar kentte açık alanlar, rahat girip çıktığınız ve girdiğiniz anda insanlarla birlikte olduğunuz alanlardır. Kütüphaneler çok önemli. Kütüphaneler, arşivler ve müzelerin başka bir rolü de var. Onları bellek koruyan ve de bellek üreten yerler olarak da görebiliriz. Onun için bilfiil sanatı, resim, müzik, heykel, edebiyat ve mimariyi de bunun içine kattığınız vakit, bütün kentin ve kentteki yaşamın ve insanların paylaşımının araçları oluyor bunlar. Gerçekten bunların oluşturduğu kurumlar kenti bir açık kent, kültürü bir açık kültür haline dönüştürebilecek araçlar oluyor. Bu bilgi birikiminin aynı zamanda arşivlerde ve kütüphanelerde bulunması gerekiyor, çoğaltılması ve korunması gerekiyor.

HBK

Kütüphane ve arşivlerle ilgili şunu eklemek isterim: Hafıza geçmişin toprağıdır. Geleceğe ait bir hafıza olamaz. Gelecek sadece geçmişin hafızasını kullanabilir. Bu nedenle sert ve köktenci modernist atılımlar hafızaları boydan boya silmeye, yıkmaya ayrı ve özel bir önem verir. Türkiye’de 1930’larda alfabe değişikliği başta olmak üzere bu yaşanmıştır. Ve anlaşılabilir bir husustur. Fakat hafızayla ilgili sorun bugün de devam etmektedir. Bugün de temel olarak yerleşik bellekler hedef alınmaktadır. Modernliğin getirdiği doğal bir ayıklama elbette olacaktır hafıza planında. Fakat belleğin bilinçli bir şekilde silinmesi, “hafıza mekânları” diyebileceğimiz nirengi noktalarının ve röperlerin ortadan kaldırılması başlı başına bir gerçekliktir. Bu nedenle Türkiye’de müzelerin ve başta arşivler olmak üzere kültür kurumlarının oynayacağı ayrı ve çok özel bir rol vardır. Türkiye’nin hafızası bundan böyle sürekli artan bir oranda sadece arşivlerde ve müzelerde yaşayacaktır. Bu sanıldığından çok daha önemli bir olgudur.

BE

Evet. Şöyle bir soru sorabilir miyim? Kültür karşısında sanatçının rolü ne? Yaşadığı ülkenin kültürel değerlerini benimsemek ve sanata dönüştürmek mi? “Güncel dünyanın yeni eğilimlerini kendi sanatına dahil etmek” gibi bir sorumluluğu var mı sanatçının? İletişim çağındayız, teknoloji çağındayız, tüm dünya kültürleri izlenebiliyor, deneyimlenebiliyor; böyle bir zamanda sanatçının sadece doğduğu toprakların değerlerine odaklanmasını istemek haklı bir istek olur mu?

JNE

Hayır, öyle bir şey hele bugün katiyen olamaz çünkü böyle odaklanmış kültür yok artık. Zaten Türk kültürü dediğiniz vakit bu çok melez. Amerikan kültürü de öyle, Fransız kültürü de öyle ve kimlikler de öyle. Bütün toplumsal kimlikler de çok melez kültürler. Şimdi biz sanatçıya tepeden sorumluluk yükleyemeyiz ama şu durum sanatçıya sorumluluk yükleyebilir: Sanatın değişik dönemlerinde kendi içinde sanat kurumunun ürettiği değerler sistemi vardır, kendi içinde ürettiği etik vardır. Bazı sanatçı bunun dışında kalır, bazı sanatçı bununla birlikte yaşar ve gelişir ama hiçbir zaman bu sanatçı o etiğe uyduğu için daha iyi bir sanatçı olmamıştır. Çünkü sanat aslında hiç değilse ideal olarak bir hürriyet alanıdır ve Aydınlanma’dan bu yana sanat benim gördüğüm kadarıyla en nadir, eşsiz hürriyet alanlarından biridir. Sanat 19. yüzyıldan itibaren insanın özgür düşüncesine yardım ettiği gibi topluma, idareye, yönetime, yaşam tarzına eleştiriler yöneltebilecek bir konuma gelmiştir. 

HBK

Bir örnek vereyim, bize sanatın kopuşlarla değil eklemlenmelerle oluştuğunu göstermesi bakımından önemli bir örnek bu. Ben bir sergi gerçekleştirdim ve orada Fahrelnissa Zeid’den ve 1946’da Fransa’ya giden Selim Turan, Mübin Orhon, Hakkı Anlı’dan başlayıp bugüne kadar gelen birçok sanatçının yapıtlarında, Burhan Doğançay’da, Seçkin Pirim’de, belki kendilerinin dahi farkında olmadıkları yerel ve klasik kültürümüzden gelen motiflerin izlerini göstermeye çalıştım. Hele Fahrelnissa’da veya Mübin Orhon’da veya Selim Turan’da o kaligrafik düzenin mevcudiyeti derhal göze çarpar. Bunlar başlı başına inceleme konusu olabilecek şeyler. Yani bir birikimin yeniden üretilmesi mutlaka önceden belirlenmiş bir şekilde olmak zorunda değil. 

Sanatçının tarihe karşı, topluma karşı diğer toplum birimlerinden ve diğer toplum öğelerinden daha fazla bir sorumluluğu var mı? Buna romantik bir anlayış içinde evet denebilir, ama bunu da son tahlilde bir üniversite hocasının sorumluluğundan veya bir yargıcın sorumluluğundan ayırmak mümkün müdür? Evet, mümkündür; yani onlar daha verili kalıplar, kurallar, koşullar içinde hareket ederken sanatçının bütün bu etkilenme alanlarına rağmen kendisini kendi özgürlüğüyle ifade etmesi ona başka bir kimlik getirir. Bu kimliğin sorumluluğu ancak tarihsel bir ilişki içinde ve bir de etik bir duruşla ortaya çıkar. Bunların ötesinde sanatçıya önceden belirlenmiş bir sorumluluk yüklemek bence onun ne yaptığını, yaptığının varlıksal boyutunu yeteri kadar anlamamak anlamına gelir. 

JNE

Zaten olamaz, çünkü öğretim üyesi bir anlaşma içinde işini yapıyor. Hukukçu devletle, toplumla bir anlaşma içinde işini yapıyor. Sanatçı hiçbir şekilde öyle değil. Daha önce dinin baskın olduğu, kültürü belirlediği dönemde sanatçının dine karşı bir sorumluluğu vardı veya sanatçının mesenlere karşı bir sorumluluğu vardı. Bugün olamaz. Hiçbir şekilde sorumluluk zorlayacak bir anlaşma, bir kayıt yok zaten, yani maddi olarak böyle bir şey olamaz. Ama dediğim gibi etik bir duruş olabilir, bu başka bir şey. O da her zaman çok belli olmayan, ancak zamanla anlaşılabilen bir şey olabilir. Ancak sanatın kendi yorumuyla gerçekleşebilir.

BE

Bu sohbetimizde değinmek istediğim konulardan biri de yaratıcı endüstrilerin giderek artan önemi, bunların ortak sorunları ve yapılabilecek şeyler. Bazı düşünürlere göre artık “yaratıcı sınıf” sadece bilim ve sanat gibi alanların değil, yeni ekonominin de belkemiği... “Yaratıcı sınıf” kültür endüstrilerinde çalışanları; sanatçıları; tasarımcıları; ekonomik işlevi yeni fikirlerin, yeni ürünlerin, yeni üretim süreçlerinin, yeni teknolojilerin, yeni içeriklerin geliştirilmesi olan profesyonelleri; bilim, mühendislik, mimarlık, tasarım, eğitim, moda, sanat, müzik ve eğlence endüstrilerinde çalışanları; iş ve finans dünyasında, hukuk, sağlık ve eğitim alanlarında, bağımsız düşünce, eğitim ve sorun çözme yetkinliği gerektiren işlerle meşgul olanları kapsıyor. Bizim de toplumumuzun yaratıcı sınıfını nasıl güçlendireceğimiz üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Günümüzde metropollerin kalkınma planlarında yaratıcı endüstrilerin çok önemsendiğini görüyoruz. Dünyada büyük kentler birbirleriyle rekabet halindeler, ama bir yandan da fiziksel özellikleri ve sağladıkları hizmetler açısından giderek birbirlerine benzemeye başlıyorlar. Bu nedenle rekabette bir adım öne çıkmak çabasında ayırt edici özelliklerini doğal olarak kendi kültürlerinde buluyorlar. YEKON İstanbul Yaratıcı Ekonomi Çalışmaları Atölyesi Final Raporu’nda çarpıcı ve bizim için çok önemli bir cümle var: 
Özellikle orta gelir tuzağı yaşayan, yani kişi başına düşen gayri safi yurtiçi hasıla bakımından orta gelir seviyesinden üst gelir seviyesine geçemeyen ülkelerin bu tuzaktan kurtulmalarının yolu bu ülkelerdeki üretim ve ihracat yapısının yüksek katma değerli yaratıcı sektörlere ağırlık verecek şekilde değiştirilmesine bağlıdır.[2] 
Yaratıcı sektörler cirolarına göre, diğer sektörlere göre daha fazla katma değer yaratıyor ve kendi üretim süreçleri içinde diğer sektörlere de pozitif etkide bulunuyorlar. Örneğin yayıncılık endüstrisi kâğıt üretimini artırıyor, müzik endüstrisi enstrüman yapımını ve teknik ekipman sağlayan sektörleri canlandırıyor. İstanbul’un bir semtinde film çekimi yapıldığı zaman oradaki esnaf kalkınıyor. Ayrıca yaratıcı sektörlerin sürekli yeniyi ve özgün olanı aramak zorunda olmaları onları başka sektörlerden ayrıştırıyor. Örneğin yaratıcı bir faaliyet olarak tasarım bu sektörlerde çok öne çıkıyor. 

Şimdi bir de bazı verileri dikkatinize sunmak istiyorum: 2013’te yapılan bir araştırmaya göre[3], Türkiye’de tüm sanayi ve hizmet sektörlerinde üretilen toplam cironun yalnızca yüzde 0,26’sını yaratıcı sektörler üretiyor. Yine 2013 yılında, Türkiye’de yaratıcı ekonomi kapsamında üretilen ürünlerin katma değeri, tüm sanayi ve hizmet sektörlerinin ürettiği katma değerin yüzde 0,49’unu oluşturuyor.

2. http://www.yekon.org/public/yaratici-ekonomi-atolyesi-raporu.pdf 3. Lena, Funda, Türkiye’de Kültürel Sektörlerin Ülke Ekonomisine Katkısı [The Contribution of the Culture Sector to the Turkish Economy] (Istanbul: Bilgi UP 2016) https://kpy.bilgi.edu.tr/media/uploads/documents/2016/12/08/turkiyede-kulturel-sektorlerin-ulke-ekonomisine-katkisi.pdf
JNE

İnsanların kente karşı, dizayna karşı estetik duyarlılığını canlı tutan İtalya’da küçük yaratıcı endüstriler yaşıyor. Bir sokakta yürüyorsunuz, bir adam klasik bir ceket dikiyor, ötekisi çanta dikiyor. Bir diğeri ayakkabı yapıyor, fırça üretiyor. Bir başkası ne bileyim, mozaik yapıyor. Genel kültür dediğimiz şeye bunun o kadar çok katkısı var ki; aynı zamanda ekonomiye çok fazla katkısı var. Türkiye’de de bu vardı, büyük ölçüde vardı. Kayseri’de eski kentin içinde böyle işçilerin çalıştığı küçük endüstriler, ürettikleri yerler vardı.

HBK

Arastalar falan mı?

JNE

Arastalar... Geldiler, kenti yenilemek adına yıktılar bunları, hepsini yok ettiler, o adamları dışarı attılar. Aynı şekilde İstanbul’da bu yapıldı ve bu belki kötü niyetle yapılan bir şey değil, iyi niyetle oraları temizlemek için, modernleştirmek için yapılan bir şeydi. Ama ondan sonra da bu insanlar büyük kentlerde hiçbir şekilde özendirilmedikleri için, yardım edilmedikleri için yaşayamadılar. Devletin genel ithalat-ihracat politikaları da bunu çok etkiliyor. İstediğiniz şeyi istediğiniz gibi Türkiye’ye sokabiliyorsunuz. Türkiye’de müthiş bir dericilik varken, istediğiniz kadar deri ithal edebiliyorsunuz. Amerika’ya bavulla girdiğiniz vakit bir Amerikalı olarak bavulunuzu açıp dışarıdan ne aldıysanız yarısının vergisini veriyorsunuz. Türkiye’de küçük endüstrilerin, el işçiliğinin korunması, özendirilmesi, finansal olarak yardım almaları, onlara yer açılması gerekiyor. Onlara yer açılması aynı zamanda kenti zenginleştiren bir şey, yani kent çeşitleniyor. Farklı bir sokağa giriyorsunuz, insan çeşitliliği görüyorsunuz, çünkü insan yaptığı şeyle kimliğini belirliyor. İnsan çeşitliliği ortaya çıkıyor. Yani hem ekonomik olarak, hem mekânsal olarak hem de genel kültüre yardımcı olarak; çünkü sanat birdenbire oluşmuyor, sanat yeteneği tepeden aşağıya inmiyor. Ya babası marangozdur ya annesi eliyle bir şey yapıyor, evde onu görmüştür. Genel kültür düzeyinin yükselmesi aynı zamanda küçük endüstrilerin ve genel olarak endüstrinin gelişmesiyle olabilecek bir şey. Okullardaki o sanat ve zanaat ayrımı da bugün güncel sanatta yok, yok olmaya başlıyor zaten. Sanatçı icabında dikiş dikerek de resmini yapıyor. 

Onun için bu el işleri bugün dünyada çok önemli. Tabii şunu da unutmamak lazım, birçok teknoloji ve ileri üretim şekli de küçük üretim yapanın bir teknik uzmanlıkla bütünleşerek, bir pazarlama uzmanıyla birlikte daha üst düzeyde bir üretime dönüşmesi şeklinde oluyor. Böylece üretilen şey de uluslararası bir metaya dönüşüyor. Her türlü üretimin, her türlü sanat ve zanaatın birbirinden haberdar olması, birlikteliği bir ülkede gelişmeyi sağlar. Modern dönem öncesinde bu ayrım, hele Batı dışında yoktu. Hindistan’da, Japonya’da olduğu gibi, bu ayrımın olmadığı, sanatın gündelik yaşamda etkin olduğu ülkeler hemen adapte olup teknolojide de yaratıcı olabildiler. Onun için bugün bilgisayar teknolojisi Hindistan’da, Çin’de, Japonya’da, bu gibi ülkelerde ileri durumda.