JALE NEJDET ERZEN ve HASAN BÜLENT KAHRAMAN
ile Söyleşi
  • JALE NEJDET ERZEN

    Ressam, sanat tarihçisi ve öğretim üyesidir. 1974’ten bu yana Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) öğretim üyesi olarak tasarım, sanat tarihi, fotoğraf ve estetik dersleri vermiş, halen yarı zamanlı olarak çalışmaktadır. Osaka, Bologna, Koper-Primorska üniversitelerinde misafir profesör olarak bulunmuş, 1980-1984 Boyut dergisi editörü, SANART Estetik ve Görsel Kültür Derneği kurucusu ve başkanı (1992- 2010), 2007 Uluslararası Estetik Kongresi (International Congress of Aesthetics) düzenleyicisi, International Association of Aesthetics (IAA) başkanı (2016-2019) olarak görev yapmıştır. Fransız Kültür Bakanlığı Şövalye Nişanı, Mimarlar Odası Mimar Sinan “Mimarlığa Katkı” ödülü, Sanat Çınarı ödülü, Fulbright bursu, Japonya Tanıtma bursu sahibidir. Mimar Sinan, mimarlık, sanat ve estetik üzerine yerli ve yabancı kitap ve makaleleri vardır. Resmi ve özel koleksiyonlarda eserleri bulunmaktadır.

  • HASAN BÜLENT KAHRAMAN

    Kadir Has Üniversitesi rektör yardımcısı ve İletişim Fakültesi dekanıdır. Daha önce kuruluş çalışmalarına katıldığı ve çeşitli yönetim sorumlulukları üstlendiği Sabancı Üniversitesi’nde ve Bilkent Üniversitesi’nde görev yapmıştır. Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmaları Bölümü Ahmet Ertegün Profesörüdür. Abdullah Gül Üniversitesi Bilim Kurulu, Işık Üniversitesi Danışma Kurulu üyesidir. Sabancı Müzesi Yönetim Kurulu ve Uluslararası Danışma Kurulu, Contemporary Istanbul İcra Kurulu, Akbank Sanat Danışma Kurulu üyesidir. Prof. Erdal İnönü’nün, Murat Karayalçın’ın ve 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Başdanışmanı ve 1991-95 yılları arasında Kültür Bakanlığı Danışmanı olmuştur. BP Ulusal İtibar Kurulu üyesi olarak çalışmıştır. ABD-USIS Young Leaders programına seçilmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından hazırlanan 2013 yılı Eğitim Hedefleri Komisyonu üyeliği yapmıştır. Cumhurbaşkanlığı Abdullah Gül Müzesi’ni Baş Küratör olarak tasarlamış ve kuruluşunu gerçekleştirmiştir. 2015 yılında Belçika hükümeti tarafından düzenlenen Europalia Turkey festivalini Sanat Direktörü olarak yönetmiştir. Küratör olarak çok sayıda uluslararası sanatçının sergisini düzenlemiştir. Yayımlanmış çok sayıda makalesi, siyasal, kültürel, yazınsal ve görsel kuram alanlarında 20’den fazla kitabı bulunmaktadır. American Political Science Association, Middle Eastern Studies Association, College Art Association, Tarih Vakfı, Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) ve WWF Türkiye Mütevelli Heyeti üyesidir.

JNE

Tabii, evet.

HBK

Devlet veya özel sektör katma değer üretmeyen herhangi bir işe girişmez ve doğrusu da budur. Dolayısıyla kültür alanında devletin ve özel sektörün gayet pozitif, yapıcı, üretken bir işlevi olmasından söz ediyorsak bunların katma değerinin ne olduğunu da iyi değerlendirmemiz lazım. Bu tartışma Avrupa ve Amerika’da da devam ediyor. Amerika’da da özel sektörün kurduğu müzelere giriş ücretli. Kamu müzelerinin bazılarına giriş serbest, bazılarına ücretli. Amerika daha orijinal bir örnek olduğu için bunun üstünde durmak lazım. New York’ta Metropolitan Müzesi’ne giriş ücretsizdir ama kapıda sizi gönlünüzden kopan bir şey ödemeye davet eden birtakım yönlendirmeler mevcuttur ve siz de oraya belki girerken değil ama o müzeyi dolaştıktan sonra uyandırdığı duygunun tesiri altında, karınca kararınca bir katkım olsun deyip bir para bırakır çıkarsınız. Washington’da ise bütünüyle ücretsizdir ve bununla övünürler. Fransa’da da bu tartışma devam ediyor ve Fransa’nın müzelerden elde ettiği gelirin ne olduğunu ayrıca söylemeye bile lüzum yok. Sadece Paris senede şu kadar milyon turist alıyor ve bu müzelerden Fransa büyük paralar kazanıyor. Türkiye bunu bu düzeyde yapacak bir noktada değil. Neden değil? İnsanların Batı’da bir müzeye gitmesi eğitimlerinin bir uzantısıdır. Çünkü eğitim sadece bir meslek edinmeye, bir zanaat öğrenmeye dayalı bir öğretim değildir. Eğitimin içinde sizi bir tiyatro oyununa gitmeye, bir müzeyi ziyaret etmeye kendi vicdanınızla icbar eden hususlar vardır. Birincisi budur. 

İkincisi, ulusların gelir seviyelerine bakmak lazım. Kişi başına düşen gelirlerin bu kadar birbirinden farklı olduğu toplumlarda yurttaşların aynı davranışları göstermesini beklemek de biraz hayal olacağına göre, o zaman Türkiye’de bu tanım devletin bu alanlarda ne kadar büyük bir rol oynaması gerektiğini ortaya çıkartır. Nasıl ki kişi başına düşen gelir yurttaşların davranışlarını tayin etmesi bakımından önemliyse, sermaye birikimi de özel sektörün bu alanlarda sahip olacağı işlevi belirlemesi bakımından önemlidir. 

Türkiye düne kadar, hiç demeyeyim ama çok sınırlı sayıda koleksiyonerin bulunduğu, sizin yaptığınız gibi bir müzeyi kurmanın ve sorumluluğunu üstlenmenin hiç akıllara gelmediği bir ülkeydi. Çünkü özel sektörde bunu hazırlayacak bir sermaye birikiminden söz etmek zordu. 2000’li yıllardan itibaren İstanbul’un sermaye çeken bir finans kapital merkezi olmaya başlaması, gerçek anlamda bir metropol olmaya başlaması neticesinde, hem daha küçük ölçekli özerk galeri formasyonları ortaya çıktı hem büyük ve servetini belli bir noktaya getirmiş olan ailelerin bu alanlara dönük katkıları ortaya çıktı. 

Bunlara birkaç şey daha eklemek lazım. Birincisi şu: Bu bir toplumsal sorumluluk meselesi olarak ortaya çıkar ki bu kavram yenidir. İkincisi filantropi. Türkiye’nin tarihsel birikimi içinde vakıfları, vakfiyeleri vardır ve bunlar büyük birikimlerdir. Ama çağdaşlaştırılmamıştır. Türkiye büyük filantropileri içselleştirmiş veya çok hümanist yaklaşımlarla hareket etmiş bir toplum değildir. 1950’lerde, hatta 70’lerde bile Türkiye’de sermayedar, kapitalist, iş adamı dediğiniz insanın sahip olduğu birikim son derece sınırlıydı. Belki insanların içinde bu vardı. Nitekim bu evvela okullar falan yapmak şeklinde ortaya çıkmıştır. Kültürel alana yatırım yapmak konusuna yeni dönülmüştür. Neden? 

BE

Hayırseverlik açısından insanımızın bir eksiğinin olmadığını araştırmalar gösteriyor. Ama kültürel alanda filantropik destek çok sınırlı kalıyor.

HBK

Burada önemli bir kavramı kullanmak lazım. O kavram “yaratıcı endüstriler” kavramıdır. Yaratıcı endüstrilerin bir katma değer ürettiği anlaşılınca insanlar ister özel sektör, büyük kapital birikimleri, ister daha küçük girişimler olsun bu alanlara yöneldi. Şunu söylemek istiyorum: Yaratıcı endüstrilerden gelecek olan katma değerle birlikte düşünüldüğü zaman özel sektör toplumsal sorumluluk, filantropi gibi bağlamları kullanarak bu tür alanlara girer. 

Yeniden devletin kültürel alandaki işlevi konusuna dönersek demin kullandığınız bir kavramı anımsayalım: Katılım. Bu çok önemli. Katılım meselesini nasıl çözeceğiz? Gene birkaç unsurun üstünde durmak lazım. Bunlardan birisi yerel yönetimlerdir, yani belediyelerdir. Türkiye’nin on binlerce yerel yönetimi var ve yerel yönetim tanımı gereği yerel insanın kültürel katılımına zemin hazırlayacak, yöntem bulacak bir misyona sahip olması demektir. Bu etnografik, daha antropolojik bir kültür de olabilir, onun da yaşaması lazımdır. Yerel festivaller mesela küçümsenecek şeyler değil. İnsanlar Alaçatı’ya Enginar Festivali’ne gidiyor, demek ki orada kullanılması, üretilmesi, ileriye taşınması gereken bir ihtiyaç var; bunun yerel yönetimlerle bütünleşmesi ihtiyacı var, ama yerel yönetim sadece festival düzenleyen yer olmakla veya örgüt olmakla yetinmemeli. Türkiye’nin sınırlı olan altyapısının kültürel üretime açılması için ne yapması gerektiğini düşünmeli yerel yönetimler. Yönetimindeki okulların, salonların, mekânların özel kültürel üretime, yani etnografik veya antropolojik olmayan, içinde bir entelektüel birikim barındıran tiyatro, konser gibi sanat etkinliklerine, kültürel üretime açılması gerekir. Bu tür faaliyetlerin gerçekleştirilmesi için nasıl imkân sağlayacağına dair yerel yönetimlerin bir politika üretmesi lazım. Hâlâ orada değiliz. Unuttukları şu, tekrar edeyim: Kültürel üretime katılmak ve kültürel üretimden pay almak, kültürel üretimin gerçekleştirilmesini istemek bir anayasal haktır ve yerel yönetimlerin buna mutlaka cevap verecek politikalar üretmesi lazım. Zamanında denenmiş şehir tiyatroları, belediye tiyatroları, ödenekli tiyatrolar ve bu yöndeki uygulamalar hâlâ çok üretken olabilecek, içinde çok potansiyel barındıran modellerdir ve bunların kullanılması lazım. 

İkinci olarak söyleyeceğim bununla irtibatlı: Sivil toplum örgütleri. Bu kavram Türkiye’de bir dönem daha çok kullanıldı, sonra daha az kullanıldı, biraz unutuldu, biraz üstü küllenen bir ateşe döndü - ama sivil inisiyatiflerin oluşturacağı kültürel formasyonları bir toplumda çok az başka kurum gerçekleştirebilir. Bu çok önemli bir unsurdur ve bu sivil toplum örgütlerinin, sivil aktörlerin, mutlaka yerel yönetimlerle diğer örgütlerle irtibat içinde çalışması lazım. Bunlar her şeyi kendileri yaparak ancak bir yere kadar gidebilirler. Onların yerel yönetimden ve merkezi yönetimden bir pay alma hakları vardır, bunu talep etmeleri gerekir ve ancak bütün bunlarla birlikte kültürel altyapının biraz daha güçlendirilmesi imkânı bulunabilir. 

Son bir noktayı ekleyeyim: Yerel yönetimlerin ve sivil toplum örgütlerinin birlikte üreteceği kültür hem demokratik kültür olacaktır hem de kültürün demokratikleşmesine büyük katkıda bulunacaktır. Sorun zaten odur: Kültürün merkezle merkez dışı bir alanda sıkışması. Gene hemen belirteyim, merkezi yönetim daima yüksek kültürü besler. Yerel ve demokratik kültür ise adı üstünde yerel kültürü, ihtiyaç odağında örgütlenmiş kültürü oluşturur ve geliştirir. Gene de bunun ötesi mevcuttur. Çünkü yerel yönetimlerdeki sivil örgütlenmeler demokratik ve özgürlükçü ortam içinde son derece yaratıcı ve üretken bir yapı geliştirebilir. Zamanında Türkiye bunu tiyatroyla yaşadı. Bugün de öyle. Apartman dairelerinde tiyatrolar sanat icra ediyor. Sebebi neyse odur fakat bu kurumlar ne yerel yönetimlerden ne de merkezi yönetimden destek görüyor. Halbuki onca cefaya rağmen tiyatro yapan insanın söyleyeceği bir sözü, bir iddiası vardır. Bu yaratıcılığı getirir. Kültür o marjinallikler ile gelişir. Bu sayede aşağıdan yukarıya örgütlenen bir kültürel yapı kurulur ki, doğrusu budur. Temsil esasına dayanan ve dayatmacı kültüre direnen demokratik kültürün gelişme koşulu da budur. Buna göz kapamak büyük bir yanlıştır.

Bir diğer husus bahsettiğimiz yerel yönetim girişimleri ve sivil aktörlerle bütünleşmiş bir altyapının eğitim bağlamında sağlayacağı olanaklardır. Eğitimi verilmeden kültürel üretim beklemek olanaksızdır. Belli bir yaş kuşağının eğitilmesi zorunludur. Bunu sadece okul eğitimiyle sağlamak olanaksızdır.

JNE

Belediyelerin buna ihtiyacı var. Ayrıca karşılıklı işbirliği halinde olmak gerekiyor. Sadece belediye tek başına bir şey yapamaz, sivil toplum örgütleri de yapamaz, ancak halkı aktif hale getirebilirse bir şeyler yapabilir. Kültürel alışkanlıklar geliştirmek, para getirmeyen etkinliklere yatırım yapmak; ama bugün halk genellikle sadece tüketime zorlanıyor.

Belediyeler sadece gösteri düzenliyorlar, anacaddeler rengârenk, ışıl ışıl, ara sokaklarda gece yolunuzu bulamazsınız; kamusal alanlar yok ediliyor, parklar yok ediliyor, her yere AVM ve sürat yolları açılıyor; trafik insandan önce geliyor. Sokak bir dehşet ve şiddet alanına dönüşüyor. Bu durumda kent bir eğitim ve kültür alanı değil, yalnızca bir saldırı alanı haline geliyor. Böylece insanların kültürünü en fazla etkileyebilecek olan bir alan, aslında saldırganlık ve tedirginlik alanı oluyor. Böyle bir ortamda özel kesim de kente aktif katkıda bulunamıyor; müze yapar, kültür merkezi yapar, sergiler düzenler ama eylemler hep yapıların içinde kalır, asıl yaşanan ortama çıkamaz, sokaktaki insana uzanamaz.

Kentin en temel toplumsal bir alan olduğunu anımsayalım. Köyden gelen insan kente gelince gözü açılır, bir şekilde eğitilir, farklılıkları kabul etmeyi anlamayı öğrenir. Kent bir açılım yeridir; birlikteliğin, çoğulluğun anlaşıldığı, benimsendiği ve buna karşın kimliklerin, öznelliklerin farkına varıldığı yerdir. Kent bütün sanatların, geçmişin ve geleceğin bir arada var olduğu yerdir. Bizim kentlerimiz için bunlar ne kadar geçerli?  

HBK

Devletin özel sektörle irtibatını tartışmayı sürdüreyim: İki kanun var, 5225 ve 5228 sayılı teşvik kanunları; bunların hızlı bir şekilde yenilenmesi lazım, ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar doğrultusunda. Yaratıcı sektörlerin ekonomiye bir katkı yapması bakımından bu kanunların muhakkak işletilmesi lazım. Fuarların, bienallerin, festivallerin, gerçekleştirilmesinde devletin sağlayacağı katkının bir lütuf olmaması, oradaki görevlinin iki dudağının arasındaki karara bağlı kalmaması, bu kanun içerikleri doğrultusunda bunların planlanması lazım. Şunu da söyleyelim, mademki bunu konuşuyoruz: Türkiye’nin bir Ulusal Kültür Konseyi’ne geçmesi lazım. Yani yerel kültür üreticileriyle, tiyatrolar birliği, yazarlar sendikası gibi sanatçı örgütleriyle, aşağıdan yukarıya örgütlenen, kültür politikalarını tayin eden, kültürel politika bakımından nirengi noktalarını tespit eden, katma bütçede Kültür Bakanlığı’na ayrılmış olan payın nasıl dağıtılacağı hususunda söz sahibi olan Ulusal Kültür Konseyi’ni kurmak ve işlemesini sağlamak gerek. Bu yerelleşme, bu desantralizasyon olmaksızın bu politikaların değişmesi hemen hemen imkânsızdır. Fakat ortada bir gerçek var: Bunların tamamı demokratik yöntem ve yaklaşımlardır. Dolayısıyla bir karar vereceğiz: Kültür politikalarını müdahaleci bir merkeziyetçilikle mi ele alacağız, daha demokratik, yerellikleri önemseyen, merkez dışına çıkan bir anlayışa mı yöneleceğiz? Kültür politikaları, unutmayalım, aynı zamanda bir ülkenin genel politik yapısının niteliğine de işaret eden bir özellik taşır. Türkiye son dönemde siyasal katılım ve hareketlilik bakımından çok ileri gitti. Bu katılımın sadece basit bir siyasal katılım içinde donmaması gerekir. Katılım en geniş yapı ve dokuda işlemek zorundadır. 

BE

Yine özel kesime dönersek... Aslında şimdi sanata ilgi gösteren iş insanlarının sanatla olan bağlantıları galiba daha çok koleksiyoner olmaktan geçiyor. Sanat yapıtını bir yatırım aracı olarak görenler de var iş insanları arasında. “Bu doğru ve yeterli bir yaklaşım mı acaba?” diye bir soru akla geliyor. Çok çeşitli biçimlerde sanata katkıda bulunabilir iş insanları… Tabii yatırım yapabilirler sanat eserlerine, koleksiyon oluşturabilirler veya müze kurabilirler veya müzeleri, bağımsız sanatçı inisiyatiflerini destekleyebilirler. Devletin el atmadığı, dışladığı alanlara odaklanabilirler, toplumsal bir dönüşümü harekete geçirmeye çalışabilirler. Veya en güncel sanat uygulamalarını bizim ülkemize getirmek için kültür kurumlarına destek olabilirler, eğitim projelerine karşılıksız bağış yapabilirler. Sanatla eğitim arasındaki kopukluğu gidermek için çalışabilirler veya toplumun sanata erişimini kolaylaştırmak için kültür politikalarının oluşturulmasına katkıda bulunabilirler. Bunlar arasında tutulması gereken yollar nedir? “Türkiye’de yeterli birikim yok” veya “birikim var ama ilgilenen yok” gibi bir teşhis dile getirdiniz. Bu ilginin arttığını farz edelim, bunlar hangi kanallardan sanata ve kültüre destek vermeli sizce? 

JNE

Tabii ki önce koleksiyonculukla başlanıyor. O da bir eğitim süreci bence. Kişilerin çoğunun böyle bir birikimi yok zaten. Ama bir süre sonra çağdaşlaşma, yenileşme, daha bilgilenme ihtiyacı hissediyor çoğu. Bugün sivil girişimle sinema festivali gibi bir şey yapılacağı vakit birçok sponsor bu alandan geliyor. İsimleri geçiyor çünkü, yani özendirici bir şeyler olması lazım. Sanıyorum bu da gelişecektir, ama bunun gelişmesi için yine devletin bunların önüne hem ideolojik hem parasal olarak set çekmemesi lazım. Sanart Derneği’ni yaşatmak için biz bazı aktiviteler yapıyoruz. Ben, dışarıda bir yer tutamadığımız için atölyenin bir kısmını onlara ofis olarak verdim, ama korkuyorum. Gerçekten korkmaya başladım, “Acaba bilmeden yanlış addedilen bir şey yaparlarsa benim de başım belaya girer mi?” diye korkuyorum doğrusu. Onun için bugün öyle bir atmosfer var ki, toplumu düşünce açısından etkileyecek herhangi bir şey yaptığınız vakit, bilmeden sakıncalı bir alana girmiş olmanız söz konusu olabiliyor. Onun için de sponsor olmakta bile birçok insan çekiniyor sanıyorum. 

Şimdi tabii halkın genel gelir düzeyi çok düşük. Bu da yine demokrasiyle ilişkili bir şey. Türkiye’de işçi kesimi, işçi kültürü diye bir şey olmadı; olmaya başlamışken yok edildi. Fransa’da işçi kültürüdür sinemayı kalkındıran; tiyatroyu kalkındıran kesimdir. Yani işçi kültürü, artık sürekli ve düzenli para kazanmaya başlayan bir kesim yavaş yavaş kendini de eğitmek istiyor, çünkü işçi kültürü bir kent kültürüdür, bir köy kültürü değil. O kent kültürü kentte çeşitlenmeye mecburdur ki kendisi de, çocuğu da beslensin ve kente geldiği anda bir üst düzey kültüre yükselme ihtiyacı hissetsin. Türkiye’de bu olmadı; işçi kültürü diye bir şey 70’lerde ortaya çıktı ama 1970’lerde, 80’lerde zaten bastırıldı... Bugün Türkiye’de işçi çok var, işçi kültürü diye hiçbir şey yok. Şimdi bu durumda iki ucu tıkanmış bir durum. 

Hem devletin halkı eğitmek açısından ortaya koyduğu düşünceler sadece belirli ideolojik çerçevede olursa hem halkın gelir düzeyi hep aynı yerde bocalarsa, özel kesim de bir şey yapamaz; yapsa da ne olur? Müze yapın; 10 tane daha müze olsa, bunlar paralı olduğu sürece, halkın geliri olmadığı ve de eğitimi olmadığı sürece bunlardan beslenemez tabii ki. Yani bugün Ankara’daki Erimtan Müzesi’ne daha çok yabancı turistler geliyor. Ben de İstanbul Modern’e ne zaman gittiysem şimdiye kadar, belki bu yıllarda artmıştır, daha çok hep yabancıları görüyordum. Dün Pera Müzesi’nde yüzde 50 yabancı yüzde 50 Türk vardı, zira bedava idi; yani insanlar özendirilmiyor gerçekten. Halkın gelir düzeyi yükseldikçe demokratik arayışları da yükselecektir; demokratik arayışları yükseldikçe, görüşü, dışarıya bakışı da... İnsanlar gezebildikçe, Amerika’ya gittikçe, Çin’e gittikçe, bir şeyler gördükçe ihtiyaçları da gelişecektir. İhtiyaç geliştikçe özel kesim de daha çok özenecektir ihtiyaca yanıt vermek için.

HBK

Birkaç hususa değineyim. Sizin başta yaptığınız özel sektör nelerle uğraşabilir analizi bence çok önemli. Henüz öyle bir bilinç ortaya çıkmış değil. Türkiye’de mesela ciddi bir kütüphane sorunu var. Kimsenin de bugüne kadar “Şu kütüphane meselesi ne olacak?” dediğini duymadım. Öte yandan sinema salonları küçüldü. Sinema salonları daha şık yerlere dönüştü, bilet fiyatları başını alıp gitti. Kimsenin sinemateklerle ilişkili herhangi bir kaygısının olduğunu ne duydum ne gördüm. Bunlara karşı üretilecek cevaplar bellidir. Kitaplarımızı artık telefonun içinde taşıyoruz veya filmlerimizi bilgisayar üstünden izliyoruz… Doğrudur ama sinema veya kütüphane gibi alanların yaratacağı etkiler başkadır. Telefonun üstünden kurulacak iletişim vardır, kurulamayacak iletişim vardır. Filmi tekil birey olarak cep telefonundan izlerseniz bu sinema değildir. Telefon-film ilişkisi insanın yalnızlığını ve soyutlanışını artırır. Sinema, tiyatro ve kütüphane aynı zamanda toplumsal bir alandır. Başka olanaklar içerir. Dikkatinizi çekerim, restoranlarda, orada burada, son on yılda komünal masalar ortaya çıktı. Hiç tanımadığınız insanlarla gidip 10-15 kişi yan yana oturup yemek yiyorsunuz. Bir yandan böyle bir topluluk ihtiyacı içinde insanlar, öbür taraftan kitabı telefondan okuyup, filmi telefondan izleyin deniyor. Demek ki bir toplumsal model üretimi için Türkiye’de nispeten imkânı olan çevreler de yeteri kadar zihinlerini yormuyorlar. Bu üstünde düşünülmesi gereken bir husus. 

Türkiye’nin kültür meselesini bir toplumsal mecburiyet, bir toplumsal sorumluluk diye önüne koyup düşünmesi lazım. Bu o kadar önemli bir konu ki, sadece toplumun daha muhtaç sınıflarını değil, çok daha gelişmiş kesimlerini de ilgilendiriyor. Örneğin koleksiyoner belli bir düzeydeki insandır. Fakat o alan dahi sayılamayacak kadar çok kültürel sorunla doludur. Örneğin koleksiyonlar pek öyle önemli birikimler değil Türkiye’de. Belki 50 kadar şu yabancı sanatçı, şu kadar bu sanatçı var. Yabancı isimler bunlar. Neredeyse hiçbir geçerliliği yok onların. Çünkü koleksiyonların bir temel felsefesi ve tercihi bulunmuyor. Eklektik, insanların birbirinde görüp aldığı şeyler çoğu. Birçok koleksiyoner tanıdım. İçlerinde resmi, sanatı bilen çok az insan gördüm. Oysa koleksiyon çok önemli ve öncelikli tercihlere sahip, bilinçli bir edimdir. Ve bu bilinç eksikliği, bu formasyon yetersizliği Türkiye’de bütün alanlara yayılmış vaziyettedir.

İşin vahim yanı, kültürel alanın üreticisi olan kesim de bunun farkında değildir; o da yaptığı işi bir iş olarak yapıyor sadece. Onun ötesinde uğraşının toplumsallaşması, sosyalizasyonu bakımından neler yapılması gerektiğine dair hiçbir kaygısı yok. O bakımdan bence asıl mesele bu kültür kavramının bir toplumsal olgu olarak, çok boyutlu bir kavram olarak yeniden zihinselleştirilmesidir.

Gerçekleşmiyorsa bu söylediğim, nedeni kültürün kavram olarak insanların gündelik bilinçlerinin dışında kalmasıdır. O yüzden de mesele sadece devletin ürettiği bir retoriğe sıkıştırılmıştır. Başka türlü olup bu çıkar gruplarının, toplumsal aktörlerin ürettiği bir toplumsal bilinç ve sorumluluk anlayışı olsaydı bu iş zaten çok farklı bir noktaya da gelebilirdi.

BE

Sanat ve kültür ilişkisi üzerinde, biraz sanat ve sanatçı ilişkisi üzerinde duralım mı? Kültürel olgular, değerler çok hızlı değişebiliyor günümüzde. Sanat yepyeni ifade biçimlerine ve teknik alanlara açılıyor. Böyle bir dünyada sanat ve kültür arasındaki ilişkiyi nasıl tarif etmemiz gerekir?