Evet.

Evet.
Ama özellikle kimlerin eğitimi önemlidir gibi, kimselerin pek dokunmak istemediği alanlarda öncülük yapıp, bunun korkulmaması gereken bir alan olduğu konusunda örnek bir tecrübe oluşturmak mesela, bence anlamlı bir toplumsal sorumluluk faaliyeti olur. Yoksa zaten herkesin kabul ettiği bir konu, fikren gelişmemize yardımcı olmuyor. Daha çok bir paketleme oluyor ve dediğiniz gibi, promosyonunu yapmadığınız zaman anlamsızlaşıyor şirket açısından. Promosyonunu yaptığınızda da faaliyeti yapmaya harcadığınız kaynak kadarını promosyon için harcıyorsunuz. Bunlar anlamlı şeyler değiller.
Benim 80’li yıllarda iş dünyasına giren arkadaşlarım var. Ben hiç iş dünyasında çalışmadığım için onların tecrübesinden yararlandım. Bu arkadaşlar günde 16 saat çalışmaları talebi ile işe alınırlardı ve hiç kimse de itiraz etmezdi. Benim arkadaşlarımın tümü 15-16 saat, gerekirse hafta sonları çalışarak iş dünyasında tutunmaya çalıştılar. Benim şimdiki öğrencilerimin hiçbirini günde 16 saat çalıştıramazlar. Öyle bir kültürel değişim yaşandı Türkiye’de. Dolayısıyla şirketlerden beklentiler de o anlamlarda değişiyor tabii. Yani çalışacağı yeri de ona göre seçiyor. Bu şekilde iş seçen insanların çalıştıkları firmalar da tabii farklı davranmaya başlıyorlar.
Özel sektörün yapabileceklerine bir şey eklemek istiyorum. Örneğin özel sektör güzel fotoğraf çekebiliyor, yani durumun fotoğrafını çekiyor, sorunu açıklıkla tanımlıyor. Farkındalık yaratabiliyor, ama fark yaratmak için bir adım daha atmak gerekiyor, yatırım yapmak, eşgüdüm sağlamak, kamu ile konuşmak gerekiyor. Çok zor bir şey kamu ile konuşmak. Sözgelimi Sabancı Üniversitesi’nde birkaç projemiz var eğitim konusunda. Özellikle eğitimde, özellikle cinsiyet eşitliği konusunda. Bu minik projede bile çok zorluk çekiyoruz Milli Eğitim Bakanlığı’yla iletişimde. Bu iletişimi, hatta etkileşimi kamu ile çok çeşitli ilişkiler içinde olan özel sektör daha iyi başarabilir diye düşünüyorum. O nedenle özel sektör kamu hizmetlerinin üretimini ikame etmek yerine kamu mallarının, hizmetlerinin iyileştirilmesi için çaba gösterebilir.
Edelman Trust Barometer [Edelman Güven Barometresi] 2016 raporunda kamuoyunun iş dünyasına duyduğu güven konusunda bazı saptamalar var.[1] Burada özel kesimin finansal performansının yanı sıra topluma dönük çalışmaların gittikçe daha fazla önem kazandığı ortaya çıkıyor. On kişiden sekizi özel kesim kuruluşların kârlarını artırırken toplumun sosyal ve ekonomik koşullarını da iyileştirebileceklerine ve toplumsal sorunların çözümünde özel kesim kurumlarının liderlik rolü üstlenmesinin gerektiğine inanıyor. Çevre koruma girişimleri, sağlık ve eğitim alanında çalışmalar, yoksullukla mücadele özel kesimin sorumluluk alanları arasında görülüyor ve böyle düşünenlerin oranı giderek artıyor. İş insanları ve yöneticilerin kısa dönemli finansal sonuçlar, lobi çalışmaları vb. üzerinde çok fazla odaklandıklarına, buna karşılık istihdam sorunlarına ve uzun vadeli toplumsal sorunlara yeterince eğilmediklerine inanılıyor. Araştırmaya katılanların yüzde 80’i CEO’ların toplumsal sorunlara ilişkin tartışmalarda daha fazla öne çıkması gerektiği görüşünde.
Milton Friedman’ınki çok inandırıcı, güzel yazılmış bir makaledir, ama göründüğü kadarıyla pek ikna edici olmamış. Bu eğilimler onu gösteriyor bence. Hele bizim kurucu neslimize baktığınız zaman Türk sanayisinin öncü girişimcilerinin Friedman’la taban tabana zıt görüşte olduğu bence çok açıktır. Onlar her sorunu kendi sorunları olarak kabul etmişler. Yani “Biz varız burada, biz bunun da sahibiyiz, biz şunun da sahibiyiz. Bu devlet zaten kaynakları kısıtlı bir devlettir. Bu işler bizden beklenir, bizden beklenmelidir.” Dolayısıyla bir yerde bir çizgi çizmek gereği var galiba. Elbette öbür görüş de savunulabilir, doğru dayanakları olan bir görüş olduğu için, ama acaba şöyle denebilir mi: Özel kesimden asıl beklenecek olan toplumsal sorumluluk, özünde bir toplumsal öncülük yapmak olmalıdır. Bazı görüşlerin öncülüğünü yapmak olmalıdır. Bazı yeni ufuklar açmak, bazı kalıpları kırmak olmalıdır. Yoksa kendi tercihlerine göre paralar harcamak, sizin biraz önce ifade ettiğiniz gibi devlete ait olan tercihleri o alanın dışına çıkartmak değildir. Böyle denirse belki bir yaklaşıma ulaşılabilir diye düşünüyorum. Orada da çizgiler pek net olmamasına rağmen.
Biraz hayırseverlik kavramı üzerinde durabilir miyiz? Ali Hocam, sizin çalışmalarınız var bu konuda.
Şöyle söylersem acaba doğru özetlemiş olur muyum? Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı (TÜSEV) için hazırladığınız, 2016 tarihli Türkiye’de Bireysel Bağışçılık ve Hayırseverlik raporunda[2] bizim yurttaşlarımızın yaptıkları hayırseverlik harcamalarının gelirlerinin yüzdesi olarak dünya standartlarının çok da gerisinde kalmadığı sonucu çıkıyor. İnsanlarımızın hayırseverlikte bir eksikliği yok gibi görünüyor.
Yok
Ama bunların ne şekilde yapıldığına, nerelere yapıldığına baktığımız zaman, daha çok doğrudan yapılan harcamaların tercih edildiği, bir kurum aracılığıyla yapılan harcamaların çok fazla tercih edilmediği, eğer bir kurum aracılığıyla yapılacaksa da kamu kuruluşlarının tercih edildiği ve sivil toplum kuruluşlarının öne çıkmadığı görülüyor, değil mi?
Evet
Burada özel kesimimizin sivil toplumla ilişkilerinde bir eksikliğe mi işaret edilmiş oluyor? Yarattıkları sivil toplum örgütlerinin ayakta tutulmasına, onlara destek sağlanmasına yönelik bir sorun olduğu anlamına mı geliyor bu? Çünkü görünüşte bir sorun var. Yani bu kurumlara güven yok aslında.
Temelde, “Ben kendim vereyim, fakire yardım edeyim, okul yaptırayım” diye düşünüyor vatandaş, ama bir yandan da ciddi bir potansiyel olduğu belli. Bizim vatandaşımızın hayırsever niteliği var ve bu amaçla harcama yapıyor. Bu saptamadan desteklediğimiz, oluşturduğumuz sivil toplum örgütleri açısından nasıl sonuçlar çıkaralım? Daha mı iyi pazarlayalım bunları? Bu vatandaşlarımızın bu eğilimlerini daha organize bir şekilde harekete geçirmek için yapabileceğimiz şeyler var mı? Bu konuda söyleyecek şeyleriniz var mı?
Bence çok güzel özetlediniz. Bütün araştırmanın en temel bulgusu sizin söylediğiniz konudur. Çok merak ediliyordu, çünkü Türkiye hayırseverliğiyle övünen bir toplum. Ve biz araştırmada “bu toplum hayırsever değildir” sonucuna varsaydık, o zaman tabii bir çelişki olacak ve bu da rahatsızlık verecekti.
Şimdi şu anlamda söylediğimiz doğru. Batılı anlamda, “Sana paramı vereyim, sen de bir kayıt tut, aldığına dair bana bir makbuz ver” şeklinde bağış verme Türkiye’de Batı düzeyinde değil. Ama enformel olarak tanıdıklara, genelde tanıdık-komşu-akraba çemberi içindeki insanlara doğrudan yapılan yardımları yaklaşık değeriyle hesaba kattığımızda, Türkiye’deki yardım ve hayırseverlik için harcanan paranın düzeyi İngiltere düzeyinde. İspanya’nın çok üzerinde, ama tabii İspanya’daki araştırmacılar “Enformel olarak bağış yapıyor musun?” diye bir soru sormuyorlar. Ben büyük ihtimalle yapmıyorlardır diye varsayıyorum.
Büyük ihtimalle yapmıyorlardır. Doğru.