REFET GÜRKAYNAK ve MURAT ÜÇER
ile Söyleşi
  • REFET GÜRKAYNAK

    Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü’nde profesör ve bölüm başkanıdır. Center for Economic Policy (Londra), Center for Financial Studies (Frankfurt), Center for Economic Studies (Münih) ve Bilim Akademisi üyesidir. Ankara Koleji’nden mezun olduktan sonra Bilkent ve Princeton üniversitelerinden iktisatta lisans ve doktora derecelerini alan Gürkaynak ABD Merkez Bankası’nda iktisatçı olarak çalışmış, Massachusetts Institute of Technology’de misafir öğretim üyeliği yapmıştır. Araştırma alanları para politikası, mali piyasalar ve genel olarak makro iktisattır. Bu konularda yaptığı yayınlar alanın önde gelen uluslararası dergilerinde yayımlanmıştır. T.C. Merkez Bankası ve Avrupa Merkez Bankası’na danışmanlık yapmış olan Gürkaynak çalışmalarıyla Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA), TÜBİTAK, T.C. Merkez Bankası ve Avrupa Merkez Bankası’ndan ödüller almıştır.

  • MURAT ÜÇER

    Global Source Türkiye danışmanlığının yanı sıra Turkey Data Monitor kurucu ortağı ve Koç Üniversitesi’nde yarı zamanlı öğretim üyesidir. Finans kuruluşlarına, uluslararası firmalara ve kamu kurumlarına makroekonomik danışmanlık yapmakta; Türkiye ekonomisi ve küresel ekonomi üzerine makro ekonomi seminerleri vermektedir. Daha önce Uluslararası Finans Enstitüsü, Credit Suisse ve Uluslararası Para Fonu’nda ekonomist olarak görev almış, 1997’de T.C. Merkez Bankası, 2001’de Hazine başta olmak üzere çeşitli kurumlarda üst düzey danışmanlık görevlerinde bulunmuştur. Lisans ve doktora derecelerini sırasıyla Boğaziçi Üniversitesi ve Boston College’dan alan Üçer’in Türkiye ekonomisi üzerine çok sayıda makalesinin yanı sıra Türkiye’de 2001 krizi üzerine yayımlanmış bir kitabı bulunmaktadır.

BE

“Özel sektör kendi yararına olan şeyleri talep ediyor, rant isteniyor” dedi Refet Hocam. Sadece rant da olmayabilir bu. Yani rekabet gücünü artıracak şeyler olabilir, uluslararası alanda etkinliğini artıracak şeyler olabilir... Bu taleplerde özel sektörün çok da geri olduğunu zannetmiyorum. Galiba sizin üzerinde durduğunuz, belki kısa dönemde özel sektörün yararına olmayacak, ama ekonominin sağlıklı yönlendirilmesi için veya toplumun refaha kavuşması için daha uzun vadeli, özel kesimin çıkarlarıyla bire bir bağlantılı olmayan şeyleri talep etmiyor.

Bunun iki nedeni olabilir. Ya bu bilinçte değildir özel kesim, umursamıyordur böyle şeyleri, kendi çıkarları peşindedir, kendisi bir yaşam mücadelesi içinde olduğu için kendi kısa vadeli yararlarının ötesini görmüyor olabilir. Veya talep etmesinin sonuç vereceğini düşünmüyordur. Bence şu neden de çok önemli: Geleneksel olarak özel kesim devlete bağımlı olduğu için özel kesimin politika seçeneklerine ilişkin çalışmaları, talepleri, belki bizim arzu ettiğimiz düzeyde, örnek almak istediğimiz ülkeler düzeyinde dikkate alınmıyor. Veya bunları değerlendirecek kurumsal mekanizmalar Türkiye’de tam oluşmamış. İyi niyete dayalı, olumlu bir diyalog ortamını sürdürme arzusuyla oluşturulan, ama kurumsal bir yapısı olmayan bazı mekanizmalarla bu diyalog sürüyor. Enformel mekanizmalar ile sürdürülüyor. Bunun da tabii kalıcı olmasını ve her zaman iyi sonuçlar vermesini beklemek mümkün değil.

Dilerseniz biraz da sanayimizin durumuna değinelim.

Kendi deneyimlerime bakarak Türkiye’de sanayi yatırımlarını değerlendirmeye çalıştığım zaman rakamlar, somut veriler bir yana, Türkiye’de ciddi, büyük ölçekli sanayi yatırımlarının eskisi gibi ön planda olmadığını görüyorum. Eskiden herkesçe bilinen, hatta iş yaşamıyla belki de doğrudan ilişkisi olmayan gazete okurlarının bile farkında olduğu büyük özel sektör imalat sanayi projeleri vardı. Bunlar bilinirdi, konuşulurdu, bunların gerçekleşmesi izlenirdi. Devreye girecekleri tarih bilinirdi ve beklenirdi. Şimdi böyle bir ortam yok gibi geliyor bana. Öte yandan inşaatın ne kadar öne çıktığını biliyoruz Türkiye’de... Bir başka gözlem: Ara malı imal eden bazı sanayi kuruluşlarının kapılarını kapattığını gözlüyoruz, birçok malda ithalata dönüldüğünü görüyoruz. Tabii, bunların nedenleri kısmen bildiğimiz şeyler. Dışa açılma, gümrük birliği mutlaka böyle maliyetler getirecekti, işin doğasında var. Herkes her konuda rekabet gücüne sahip olamayacağına göre, bazı ürün gruplarında dışa bağımlılık doğal olarak artacaktır. Buna karşılık da, bizim dış pazarlara erişimimiz başka bazı alanlarda artacaktır ve bu da yapısal bir değişikliği mutlaka getirecektir. Öte yandan bazı kurumların, kuruluşların yatırımlarını yurtdışına kaydırdıkları da bir gerçek. Orada ciddi pazar payları elde ediyorlar ve üretimlerini de oraya taşıyorlar. Bir de, yanılmıyorsam sanayimizin ekonomideki yeri ve Türkiye’nin de üretici ülkeler arasındaki yeri çok fazla değişmiş değil. Ciddi bir üretici ülke, imalat sanayisi ciddi bir güç olarak Türkiye varlığını sürdürüyor gibi görünüyor. Acaba bizim bu açıdan yerimiz nasıl değerlendirilmeli? Türkiye acaba ileri hizmetler sektörünün daha önde olduğu bir ekonomik yapıya geçmek zorunda mı? Böyle bir şey mi olmalı, yoksa “imalat sanayisi yerini koruyamadığı sürece zaten bunu yapamayız” mı diyeceğiz? Gerçekten manzara nedir ve bu gidişat bizi nereye götürür? Bu konularda ne düşünüyorsunuz?

Bülent Bey, size bir soru sormak istiyorum. Türkiye’nin tarihine baktığınızda doğru dönemler olarak, öğrenebileceğimiz dönemler olarak hangilerini görüyorsunuz? Türkiye’nin hızlı büyüdüğü dönemler var, fazla büyüyemediği dönemler var. Önce geçmişin kısa bir değerlendirmesini yapıp, “Türkiye’nin tarihinden, kendi tarihimizden ne gibi dersler çıkartılabilir?” sorusunu sorsak…

BE

Birçok ders çıkartılabilir diye düşünüyorum. Bir kere, uzun bir süreyi kapalı ekonomi koşulları altında geçirmiş olmamızın çok net sonuçlarını yaşıyoruz. O uzun süre tabii bizim kendi yanlışlarımız mıydı, yoksa dünyadaki koşullar mı zaten öyleydi? Türkiye gibi pek çok ekonomi dışa kapalı olarak bir yerlere ulaşmaya çalışıyordu. Türkiye de onlardan biriydi. Belki çok da fazla gecikmedi bu koşullardan çıkmakta. Olabilir, ama bir gerçek var ki, biz o yılların etkisiyle bazı şeylerde geciktik. Şimdi bizim dünya pazarlarında söz sahibi olmaya çalıştığımız alanlarda bu gecikmenin etkileri son derece açık. Biz her şeyi iyi yapmaya çalışsak da bazı duvarlara ister istemez çarpıyoruz. Geç gelen olmanın dezavantajlarını yaşıyoruz. Bizden daha yerleşik markalar var. O pazarlara bizden çok daha önce girip yer etmiş tecrübeli kuruluşlar var. Markalarını tüketici nezdinde kabul ettirmişler, deneyim kazanmışlar vs. vs. Bunlar ürünü çok iyi üretmekle bir günde kazanılabilecek şeyler değil. İyi bir ürün ortaya çıkarmak işin sadece bir yönü, önemli bir yönü kuşkusuz, ama ek olarak elde edilmesi gereken pek çok şey var. Biz bu konularda gerçekten çok geriyiz ve baktığımız zaman da zaten Türk markaları olarak, pazarlarda söz sahibi Türk kuruluşları olarak, son derece az sayıda oyuncumuzun olduğunu görüyoruz. Yani Türkiye’nin ilk 20 ekonomi içindeki yeriyle orantılı olmayan biçimde gerideyiz. Bu, çıkarmamız gereken derslerden bir tanesi...

Elbette 1980’lerle gelen dışa açılma dönemi rekabet gücü açısından bizi farklı bir aşamaya getirdi, ama sizin benden çok daha iyi bildiğiniz gibi, makroekonomik koşullarımızı ideale yaklaştırmak açısından pek çok eksikle geçirdik o yılları. Bir istikrar dönemine kavuşamadık. Reformları birbirini tamamlayacak biçimde, bütüncül bir şekilde ele alamadık ve çalkantılı 90’lı yıllara zemin hazırlamış olduk. Ne yazık ki, 80’li yılların getirdiği o atılımın meyvelerini gerektiği gibi alamadık. O zaman daha akılcı, daha bütünlüklü, daha sağlıklı politikalar izlenebilseydi, daha farklı bir yerde olurduk.

Son dönemlerden de çıkarmamız gereken sonuçlar, dersler var. Görece çok iyi bir dönem geçirdi 2002’den sonra Türkiye... Oradan benim çıkardığım sonuç, zorunluluklarla karşı karşıya kalındığında bazı doğru şeylerin yapılabildiği... Keşke o noktaya kadar varılmadan, gecikilmeden hayata geçirilebilse herkesin bildiği bazı doğrular... Ama gerek siyasi nedenlerle, gerekse yeterince kararlılık ortaya konmadığı için bu reformların yapılamamış olması, 2000’li yılların başında bizi krize sokarak o noktaya getirdi. Daha sonra yapılan doğru uygulamaların meyvelerini uzunca bir süre aldık. Güçlenen yapımız, o dönemde dünyadaki gelişmelerin getirdiği olumsuzlukları aşmada bize yardımcı oldu.

Buradan başka bir derse daha geliyoruz... 2007’den sonra, koşulların lehimize gelişmekte olmasına rağmen, yine gerekenleri yapmakta geciktiğimiz bir dönem yaşadık. Oysa o dönemi iyi değerlendirebilseydik, belki bugün çok farklı bir konumda olacaktık diye düşünüyorum.

RG

Doğru, bu ülkenin, “evet, oralarda iyi bir şeyler olmuş” zamanları var. Yapabildiğimizi birkaç kez ispatladık. En başta erken Cumhuriyet dönemi var. Hani hiç yoktan ülke kurulan zaman. Biz çok uzun zaman kendimize ümit vermek için dönüp oraya bakmak zorundaydık. Siz bizden çok daha iyi biliyorsunuz, ama şimdi dönüp baktığımızda 2002 sonrası da böyle bir dönem, “İşte beş yıl çok doğru, düzgün işler yapıldı” diyebiliyoruz.

Sadece onları yapabilmiş bir ülke değil, hâlâ da yapabilecek bir ülke belli ki... Onun için de şu soru var: Sonra gerçekten niye bunu yapmayı tercih etmeyen bir ülke oluyor? Siz bile konuşurken, “İşte bunları yapamadık” diye söylüyorsunuz. Halbuki yapmadık ve bu ayrımın önemli olduğunu düşünüyorum ben. Yani orada karar alma, hakikaten bu bizim kontrolümüzde olan bir şeydi. “Denedik de olmadı, işte müsait değildi” vs. değil hakikaten.

Şimdi bizim bulunduğumuz gelişmişlik düzeyiyle ilişkili konular da böyle. Çocuklara doğru düzgün birtakım bilgisayar becerilerini “öğretememek” diye bir şey yok. “Öğretmemek” var. Bence öğretmiyoruz, ama bu bir seçim; öyle dışarıdan gelen bir zorunluluk ya da “herkes deniyor, bazısı oluyor, bazısı olmuyor” değil. Belli bir şekilde yapınca, bu oluyor. Biz onu yapmamayı tercih ediyoruz. O tercihleri niye bu şekilde yaptığımızı konuşmak önemli. Bunlar iktisat konusu değiller aslında, siyasi sorular ve önemli sorular, fakat ondan önce hakikaten bunları ortaya koymak önemli. Yani bunları yapmak mümkün, Türkiye’de olmaz değil.

Türkiye’de iş dünyası inovasyonu zorunlu görüyor. İnovasyon olsun, gerçekten herkesin anladığı anlamıyla inovasyon olsun diyorsunuz. Ben buna katılıyorum. Bu mümkün Türkiye’de. Tamam, herkes için şart olan bu değil, birinci öncelik bu değil, ama istenirse olur. Bu ülkede yapılamayacak bir şey yok. Bunu da, “şanlı ecdadımız neler yaptı” gibi bir dürtüyle söylemiyorum. Tecrübe ile söylüyorum. Bakıyoruz görüyoruz, deprem oluyor, ortalık yıkılıyor; işte üç gün sonra yine dikiyoruz binaları. Kriz oluyor, bütün bankacılık yerle bir oluyor, iki sene sonra gürül gürül büyüyor oluyoruz. Yapabiliyoruz bunu, tamam...

Bir sürü şeyi yapmaya kadir bir ülkeyiz ama bir sürü şeyi yapmamayı seçiyoruz. Bunu eğitim üzerinden konuşacaksak eğer, hakikaten birtakım temel beceriler var insanlara verilmesi gereken. Mütemadiyen biz eğitimin yılla ölçülen kısmına bakıyoruz. Ortalama Türk çalışanının dört buçuk yıl eğitimi var, ilkokuldan terk vs. diyorduk, şimdi öyle değil. Zorunlu okullaşma nedeniyle okulluluk süresi hızla artıyor. Fakat yıl artarken kazanılan becerilerin artmadığını görüyoruz. O zaman düşünmemiştik önemli olanın burada nitelik olacağını, ama özellikle PISA ölçümlerinde görüyoruz önemini. İnsanlar PISA’yı hep böyle “çocuklar ne öğrenmiş sınavı” diye görüyorlar. Bizim aklımızda da işte yok TEOG’dur, yok üniversiteye giriş sınavıdır türü sınavlar olduğu için, bizimkiler çarpım tablosunu bilmiyor, integral almayı bilmiyormuş gibi bir izlenim var. Halbuki PISA sınavının amacı okulda öğrendiğin şeyi hayatta nasıl kullanabildiğini ölçmek.

Bizim eğitim sistemimiz “anlamak” üzerine kurgulanmış bir eğitim sistemi değil. Çünkü “anlamak”, “sorgulama”yı gerektiriyor, sorgulamak da sadece çarpım tablosunu bilmekle olmuyor. Bir kere sorgulamaya başlayınca insanlar arkası geliyor. Bunun da pek uygun bulunmadığı bir siyasi ortamda yaşıyorsanız eğer, hepsi birden aynı yere varıyor.

BE

Şimdi, bizim kalıcı ekonomik büyüme konusunda ezberlediğimiz bir reçete var. Daha fazla katma değerli üretim yapmak lazım, daha fazla katma değerli ihracat yapmak lazım, bunu yapabilmek için de inovasyon yapmak lazım... Rekabet gücümüzü artırmak ancak yenilikçi ürünler, yenilikçi üretim süreçleri tasarlamakla mümkün. Bunun da kökünde inovasyon var. Bunu hızlandırmamız lazım. Şimdi “bu yeterli mi, değil mi?” diye aslında size sormak isterim, ama ben iş yaşamının içinden baktığımda en azından yararlı olduğunu görüyorum. Kendi tecrübelerimizden bunu çıkarıyorum. İnovasyonu gerçek anlamda hızlandırabildiğimiz noktalarda pazarlardaki konumumuzu ve kârlılığımızı artırabildiğimizi görüyorum. Bunun geniş çapta yapıldığı takdirde ekonomiye ciddi yararlar sağlayabileceğini görebiliyorum.

Tabii şu soru akla geliyor: Gerçekten reçete bu mu? Yani bu şablona, klişeye dönüşmüş olan reçete doğru reçete mi? “Buradan çıkış yolu, elimizdeki bütün politika seçeneklerini ve aletlerini kullanarak bunu ülke çapında yaygınlaştırmak ve güçlendirmek mi, yoksa başka konular üzerinde durmak mı gerekir?” diye bir soru aklıma geliyor.

İkisi de bence herhalde doğru. Yani şirket düzeyinde herhalde kaçınılmaz oluyor inovasyon; belli bir olgunluğa erişilmiş durumda ve hakikaten rekabet edebilmek için başka çare kalmıyor belli alanlarda. Ama Türkiye’de çok daha basit sorunlar da var. Mesela KOBİ dediğimiz, kocaman, oran olarak ekonomimizin doksan dokuz buçuğunu falan oluşturan bir kesim var. Bunlar çok daha basit sorunlardan mustarip. Ölçek sorunu var mesela, kayıt dışılık var. Kayıt dışı ve verimsiz çok büyük bir kesim var.

Bunların sorunu, sizin çok daha iyi bildiğiniz gibi, inovasyon değil. Çok daha basit bir konu… Nedir bu kesimi gerçekten verimli hale getirecek politika adımları, bir anlamamız lazım bunu. Kastettiğim elbette bu kesime -bugünlerde yapıldığı gibi kredi garanti fonu vs. aracılığıyla- para saçmak değil. Yani işin öbür tarafını biraz anlamamız lazım. Bizim mesela Alman KOBİ’lerinden -Mittelstand (orta kademe) deniyor sanırım- model olarak farkımız nerede? Biz aslında bu bölgede en azından o konuma soyunabiliriz. Gerçekten verimli birçok şirket yaratabiliriz. Ama böyle bir durum yok. Know-how olarak yok, ölçek olarak yok vs. vs. Burada inovasyon değil gerekli olan, daha temel şeyler. Sonuçta sizin ölçeğinizde verimli bir şirket olarak zaten inovasyona odaklanmanız kaçınılmaz, ama öbür tarafta sanki bambaşka analizler ve çözümler gerekiyor.

BE

Alman kuruluşlarından örnek verdiniz. Almanya’da hakikaten belki orta ölçekli denebilecek ama kendi alanlarında dünya çapında söz sahibi pek çok şirket var ve bunlar genel olarak isimleri ortada pek görünmeyen şirketler. Genellikle de ara malı imal ettikleri için, sadece o konuda imalat yapan kuruluşların bildiği, tanıdığı son derece güçlü markalara ve pazar paylarına sahip şirketler. Ama, biz tüketiciler olarak onların farkında değiliz. Onu, örneğin, belirli bir makineyi üreten şirket biliyor, çünkü o makinenin parçasını mutlaka Almanya’daki şirketten, adı ünlü olmayan şirketten alıyor ve o şirketin de dünya çapındaki pazar payı yüzde 60’larda, 70’lerde, 80’lerde olabiliyor. Hatta bunların “gizli şampiyonlar” diye nitelendiğini görüyoruz. Ama acaba sizden ayrılıyor muyum burada? Çünkü bu Alman şirketlerinin de güçlü yönü inovasyon, başka bir şey değil. O nedenle bizim inovasyonun iş yaşamının, sanayinin olmazsa olmazı, ayrılmaz bir parçası olduğu anlayışına kendimizi alıştırmamız lazım. Yani şimdi “biz belirli bir aşamada inovasyonsuz sanayi yaparız, ondan sonra inovasyon yaparız.” Bu, temelde sağlıklı bir görüş değil. Aslında, “inovasyonsuz sanayi olmaz” fikrini benimsemek gerekiyor.

İnovasyonun tanımını nasıl yapacağız? İnovasyonu “ticari ürüne dönüştürülebilen yenilik” olarak tanımlayabiliriz belki. Bunun beslendiği kaynaklar arasında kuşkusuz araştırma-geliştirme var, bilimsel araştırmalar var, ama şart da değil. “Mevcut bilginin, teknolojik becerinin kullanılabilir süreçlere, ticari yarar getiren süreçlere ve ürünlere dönüştürülmesi” diye tanımlayabiliriz. Ama inovasyon olmazsa, ortada inovasyon sonucu ortaya çıkmış bir ürün yok ise, zaten sanayinin olamayacağını, başkasının ürününün taklidi ile, bir şeyin benzerinin üretilmesi ile sanayi oluşturulamayacağını bizim galiba kabul etmemiz lazım. Bunun kabullenilmesi de kapalı düzen içinde uzun bir süre geçirmiş bir ekonomik ortamın oyuncuları olarak belki zaman alacak diye de düşünmek lazım.

Peki, inovasyonu yaratan ortamın özellikleri nedir? Burada ayrışıyoruz belki bir parça. Yani inovasyonu yapacak ortamı yaratmak da önemli. Yani şirket belli bir ölçeğe gelecek, belli bir eğitim düzeyine gelecek, belli bir yönetişim kapasitesine ulaşacak ki, asıl inovasyonu yapsın.

“İnovasyon gerekli değil” demiyorum da, “inovasyondan önce yapmamız gereken bazı olmazsa olmazlar var” demek istiyorum. Belki orada aslında tam ayrışmıyoruz da birbirimizi tamamlıyoruz. Yani ben önce kendi eksiklerimin doğru analizini yapacağım. Ben kendi şirketler kesimimi çok temel parametrelerde nasıl reforme edebilirim ki, bu şirketler inovasyon düşünen bir hale gelsin? Bizim tipik KOBİ şu an pek inovasyon düşünmüyor, “Bana daha fazla para ver” diyor. Bu, Dünya Bankası’nın yaptığı araştırmalarda da çıkıyor. “En büyük eksiğin nedir?” diye soruluyor, “finansmana erişim” deniyor. Tabii, bu biraz karamsar ve haksız bir yorum olabilir ama, “bana biraz daha para, kredi ver” çözüm değil. Acı yoksa, kazanç da yok. Bizim KOBİ’lerimizi verimlilik artışına mecbur bırakan bir ortam var mı, mesele bu. Bence yok. Biz hep hem yemek yemek hem kilo vermek istiyoruz.

Sonuçta şirketlere kendilerine çekidüzen verecek bir ortamı yaratıp, ondan sonra inovasyon beklemek lazım. Standart bir KOBİ ile sizin dediğiniz anlamda inovasyonu Türkiye’de zaten yapamayız.

RG

Şimdi şirketlerin bunu bu şekilde görmesini zaten beklemiyoruz. Bazı istisnai zamanlarda -şu an da o zamanlardan birisi- şirketler esas meselenin ne olduğunu görüyor, ancak bunun dışında her zaman, kapasite kullanımının tam olmamasının nedenine “talep eksikliği” diyorlar.

Ama mesela sizin söylediğiniz Almanya’daki şirketlerin inovasyonu, orada öyle olmak zorunda. Eğer sektörünün birincisi isen, senin büyümen inovasyondan gelmek zorunda zaten. Ama bizdeki gibi sektörde varlığın bile yoksa, o zaman birinci derdin inovasyon olmayabilir. Şimdi burada şöyle bir ikili ayrım yok: “Ya inovasyonla büyürsün yahut da bizden zaten icat çıkmaz, biz ucuz emek ülkesi olacağız.” Öyle değil. Yani ben bunun ikincisinin doğru olduğunu da düşünmüyorum, iyi olduğunu da düşünmüyorum. Ama şu doğru, demin söylerken “katma değerli üretim için inovasyon” dediniz. Bunun “katma değerli üretim” kısmı tanımı gereği doğru. İhracat dediğiniz şey katma değer üretimi zaten. Bunu artıracaksak eğer inovasyonla artırabiliriz. O inovasyon hakikaten bir “icat yapmak’’, bir yenilik getirmek, “kimse bunu düşünmemişti, şimdi biz yapıyoruz” ise, güzel, çok iyi... Yapabilen öyle yapsın tabii. Ama bunu yapmak zor ve bir sürü şirketimiz için de en öncelikli iş o değil aslında. Ne bileyim, mesela Türkiye’de şu ülkenin her tarafını sarmış ve ihracata olanak sağlayan bir yük taşımacılığına elverişli demiryolu ağı olsa, biz katma değerin zıpladığını göreceğiz memlekette... Şimdi ben buna baktığımda inovasyon görmeyeceğim, ama katma değer artacak ve bu ucuz olmamakla beraber kolay ve önemli bir adım.

Mesela taşımacılık ihracat için hakikaten önemli bir engel Türkiye’de. Bu konu hakkında güzel çalışmalar var, meslektaşlarımızın yaptığı. Sözgelimi, bir yol yapıldığı zaman yolun geldiği yerdeki ihracata ne oluyor? Bir şey oluyor gerçekten. Şirket organizasyonlarında da böyle. Türkiye’deki şirketlerin çoğu için temel bir kalite kontrolü büyük bir inovasyon. Bizim KOBİ’lerdeki geri alma oranı o kadar yüksek ki, sürümden dahi kazanamıyorlar. Bu basit işlemle bile katma değerin çok arttığını göreceğiz ve birinci öncelik bunu yapmak. Taklit ile işe başlamak ayıp değil. Müzik aletlerini çalmaya da öyle başlıyoruz; birisini beğeniyorsun, onun gibi çalmaya çalışıyorsun, ama ondan sonra kendi yorumunu getiriyorsun. Ama tutturmak için iyi örneğe doğru çabalamak önemli. Hakikaten en uçta işi en iyi yapan var, bir de bu en yüksek üretkenlik sınırının altında çok sayıda üretici var. Biz çok içeride, altta bir yerdeyiz. İlk işimiz buradan sınırı ileri götüren işi yapmak değil. Sınıra doğru gittiğimiz zaman da çok üretkenlik kazancı elde ediyoruz.

Evet, aynen, biz “içerde”yiz; ben inovasyonu kendimce o sınırı kırmak olarak tanımladığımdan, belki biraz ayrıştık.