REFET GÜRKAYNAK ve MURAT ÜÇER
ile Söyleşi
  • REFET GÜRKAYNAK

    Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü’nde profesör ve bölüm başkanıdır. Center for Economic Policy (Londra), Center for Financial Studies (Frankfurt), Center for Economic Studies (Münih) ve Bilim Akademisi üyesidir. Ankara Koleji’nden mezun olduktan sonra Bilkent ve Princeton üniversitelerinden iktisatta lisans ve doktora derecelerini alan Gürkaynak ABD Merkez Bankası’nda iktisatçı olarak çalışmış, Massachusetts Institute of Technology’de misafir öğretim üyeliği yapmıştır. Araştırma alanları para politikası, mali piyasalar ve genel olarak makro iktisattır. Bu konularda yaptığı yayınlar alanın önde gelen uluslararası dergilerinde yayımlanmıştır. T.C. Merkez Bankası ve Avrupa Merkez Bankası’na danışmanlık yapmış olan Gürkaynak çalışmalarıyla Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA), TÜBİTAK, T.C. Merkez Bankası ve Avrupa Merkez Bankası’ndan ödüller almıştır.

  • MURAT ÜÇER

    Global Source Türkiye danışmanlığının yanı sıra Turkey Data Monitor kurucu ortağı ve Koç Üniversitesi’nde yarı zamanlı öğretim üyesidir. Finans kuruluşlarına, uluslararası firmalara ve kamu kurumlarına makroekonomik danışmanlık yapmakta; Türkiye ekonomisi ve küresel ekonomi üzerine makro ekonomi seminerleri vermektedir. Daha önce Uluslararası Finans Enstitüsü, Credit Suisse ve Uluslararası Para Fonu’nda ekonomist olarak görev almış, 1997’de T.C. Merkez Bankası, 2001’de Hazine başta olmak üzere çeşitli kurumlarda üst düzey danışmanlık görevlerinde bulunmuştur. Lisans ve doktora derecelerini sırasıyla Boğaziçi Üniversitesi ve Boston College’dan alan Üçer’in Türkiye ekonomisi üzerine çok sayıda makalesinin yanı sıra Türkiye’de 2001 krizi üzerine yayımlanmış bir kitabı bulunmaktadır.

RG

Teşvik tarafında bence hakikaten öyle düşünmek gerekiyor. Bu bizim iktisat politikalarımızın temel sıkıntılarından bir tanesi. Sorunun ne olduğunu düşünmeden teşvikle çözüm düşünmeye başlamak. Arkasından da teşviki verdikten sonra “Bu bir işe yaradı mı?” diye bakmamak! “İşe yaradı mı?” “Nereden biliyorsun?” “Çünkü şu kadar teşvik verdik...”

Çıktı dediğin harcamayla ölçülüyor. Dünyanın başka hiçbir yerinde böyle bir ölçüm yok. Hiçbir iş alanında da yok. Yani size birisi gelip işte şöyle dese: “Senin işlerin iyi gidiyor mu?” “Evet.” “Ne kadar para harcıyorsun?” “Soran ne sorduğunu bilmiyor” dersiniz...

Biz de mütemadiyen “yatırım maliyeti yüzünden yeni işler yapılmıyor” varsayımıyla “o maliyeti düşürelim o zaman” diyerek teşviki veriyoruz. Tamam, ama sorun o değilse, o teşvik hiçbir işe yaramıyor, parayı çöpe atıyorsunuz. Mesela Türkiye’nin doğusunda sanayi üretimi olsun istiyoruz. Şimdi oradaki satınalma gücüne, normalize edilmiş maliyete, vs. baktığınızda zaten olması gerekir. Oralarda iş yapmak ucuz, yatırım olmuyorsa başka bir sıkıntı var. O sıkıntının ne olduğunu düşünmeden, tamam, “oradan elektrik parası almayalım”, işte “arazi tahsis edelim” vs. Tamam ama mesele can güvenliği ise eğer, istediğiniz kadar teşvik verin, insanlar teşvikle can güvenliği arasında bir ikame görmüyorlar. Şimdi bu Türkiye’deki, ben “iktisat politikası” diyeyim ama bütün politikaların ortak sıkıntısı bu... Bizim iktisatçı eğitimimiz bize diyor ki, insanlar kendileri için neyin doğru olduğunu biliyorlarsa onu yapacaklar zaten. Eğer arızalı bir şey oluyorsa, burada o zaman bir sorun var demek. İlk önce sorunun ne olduğunu anla...

Mesela Türkiye’de birçok yerde insanlar yaşamak istemiyorlar. İstanbul’da yaşamak isteyen çok insan var. Ankara’da belki yaşamak isteyen var. İzmir’de belki yaşamak isteyen var. Başka da yok, aşağı yukarı... Yani memleketin sizin istediğiniz yerlerine iş yapacak, üretim yapacak müdür yollayamıyorsun. Yollayamadığın için yatırımı da yapmıyorsun tabii.

Birçok yerde bazısı için işte “sineması yok, tiyatrosu yok”, ama başka birçok yerde ta baştan “ya ben oraya gitsem çocuğumu yollayacağım okul yok”a geliyor iş... Şimdi sorun buysa eğer, teşvikle bunu çözmenin hiçbir yolu yok. Onun için de bu “sanayi politikası” diye düşündüğümüz şeyi bütüncül şekilde düşünmemiz gerekiyor. Mesela bizim sanayi politikamız şehirleşme politikasından bağımsız bir politika olamaz, ama biz mütemadiyen fabrikaya arazi tahsis etmekle sanayi politikası yapmaya çalışıyoruz. Olmuyor tabii...

BE

Yıllar içinde Türkiye’yi üs seçmek isteyen yabancı kuruluşların birçoğuyla ortaklık veya Türkiye’de yatırım konularını tartıştık. Türkiye’ye gelecek, Türkiye’de tesis kuracak ama hem Türkiye’ye gelen rakipleriyle rekabet edebilecek güçte olacak hem de Türkiye’den ihracat yapıp dünya pazarlarında rekabet gücüne sahip bir tesis kuracak. Bu kafada ve bu amaçta olan yatırımcılarla tartıştığımız zaman hiçbirinin bedava arsaya, vergi indirimine veya çeşitli maliyet unsurlarında indirim sağlayan birtakım önlemlere aldırış ettiğine ben doğrusu rastlamadım.

Murat Bey’in sözünü ettiği genel yatırım ortamı, yatırım iklimini belirleyen faktörler en başta olmak üzere, işte hukuk düzeni, nitelikli insan gücünün varlığı, lojistik konusu, altyapı vs. vs. gibi konular öne çıkıyor. Tabii siyasi istikrar, makroekonomide istikrar... Bunlar da çok üstünde durulan şeyler. O nedenle teşvik tedbirlerimiz, teşvik sistemimiz Türkiye’de çok farklı amaçlara göre kurulmuş ve işleyen bir sistem. Nasıl sonuç getirdiği konusunda rakamsal veriler şu anda elimde yok, ama olması gereken bir sanayi politikasının modeli değil gibi geliyor bana doğrusu. O konu üzerinde sıfırdan düşünmek lazım.

Aslında bu iş bir yönlendirme işi diyorum. Bir reform önceliği olacaksa Türkiye’nin, gerçekten bu konunun bütün boyutlarıyla çok iyi anlaşılıp politikalar geliştirilmesi ve maliyetlere katlanmak lazım. Yani şirketlere bu ortamı ve yönlendirmeyi sağlamazsan, tabii daha fazla finansman isterler senden. Bu da yerinde saymak, hiçbir zaman da üretkenliğe odaklanamamak demek. Yani Türkiye’nin bir tercihi de üretkenlikle borç arasında değil mi aslında?

Şu anda ne yapıyoruz? Ortamımız öyle ki, sabah akşam finans konuşuyoruz aslında. Yani, “Nasıl daha fazla para saçarız, kredi veririz, borç yaratırız?” Bu arada da sistem tıkandı, para saçamıyor artık. Yani kredi hem verilemiyor hem de talep edilmiyor. Ama hükümet şu anda “daha fazla nasıl ekonominin üzerine para/borç atarız ki, ekonomi ayağa kalkar?”a odaklanıyor.

Sanayi politikası deyince çok büyük bir varsayımda bulunuyoruz bence. Sorunları çok net tespit edebilecek bir kamu kapasitesi gerekiyor -yok demiyorum, var da demiyorum- ama bunun var olduğunu varsayıyoruz ve daha önemlisi, bunun siyasallaşmayacağını varsayıyoruz. Aslında “nerelerde ne sıkıntılar var, saptanıp müdahale edilmesin” demiyorum, ama teknokrat yapının çok iyi kurgulanması ve hesap verebilir olması lazım. Çok şey istiyoruz aslında sanayi politikasından, beni endişelendiren bu - ama bence çok farklı şeyler söylemiyoruz. Teşvik konusunda da kesin sizlere katılıyorum, bahsetmeye bile gerek yok. Doğru, bu iş sadece parayla ve tek bir etki analizini bile yapmadan olmaz tabii.

Yine de ısrar ediyorum; piyasa başarısızlığı olduğu yerde müdahale olacak elbette, ama bunu saptayacak bir teknokrat donanımının olması ve bu çerçevede saydamlık, hesap verilebilirlik çok önemli.

RG

Dünyanın geri kalanında da, bunu yapmış olanlarda da böyle birtakım bilge insanlar oturmuşlar, kafa kafaya vermişler, doğrusunu bulmuşlar, onu öyle yapmışlar – yok böyle bir şey, öyle olmuyor! Yani her yerde deney yapıp, toslayıp, politize olup yeniden düzeltiliyor.

Evet, işte o yinelemelerin olabildiğince saydam olması çok önemli. O yinelemeler birdenbire bizi bir rant toplumuna dönüştürebiliyor aslında. Kurumsal kapasite önemli burada. İktisat politikasını kimler yapıyor, nasıl bir yapıda yapıyor; bu sorular önem kazanıyor.

BE

Aynı noktaya geldik bence. Bütün bu konuştuklarımız konuyu şuraya getiriyor: “Sanayi politikamız olmalı, ihracat politikamız olmalı” derken bunların tutarlı bir mutabakata dayanan, uzun vadeli politikalar olmaları gerekiyor. Bu durumda şu soru akla geliyor: Türkiye’nin uzun vadesinden sorumlu kurumlar olmalı mı? Bu piyasa ekonomisiyle ne kadar bağdaşır? Ama onların olmadığı ortamlarda da bu politikalar bire bir siyasetle bağlantılı olarak ne kadar tutarlı olur, ne kadar uzun süreli olur? Bugünkü gerçekleri ve dünyada esen rüzgârları da dikkate aldığımız zaman, bu tür kurumların, yani ülkenin uzun dönem stratejisi üzerinde araştırmak, düşünmek, politika seçenekleri oluşturup sunmak durumunda olan kurumların ne kadar gerçekçi olduğunu düşünüyorsunuz?

Bir defa liyakat meselesi var, ki o şu anda çok sorgulanabilir bir durumda. Teknokrat kapasitesi çok önemli. Bağımsız düşünce yapısı, “özgür düşünceli” insanların, çok iyi teknokratların, doktoralı uzmanların memleketin uzun vadeli meselelerine hükümetten, siyasetten tamamen bağımsız olarak kafa patlatıyor olması lazım. Bunlar olmadan hiçbir şey olmaz. Türkiye 2000’li yılların başında yine, işte, “Merkez Bankası’nı bağımsız yapalım, bankaları denetleyenler bağımsız olsun” vs. dedi, bağımsız kurumlarını kurdu. Bu çok olumluydu, ama mesele tam çözülemedi. “Türkiye’de iktisat politikasını nasıl yapalım, nasıl bir kurumsal yapıda yapalım?” sorusu biraz havada kaldı. Finansal koordinasyon komiteleri vs. kuruldu, ama ne kadar etkin tartışıldı? Tek bakanlık, tek yapı oluşturulamadı. Temel mesele çok teknik; kompetan, bağımsız düşünebilen, tamamen liyakat bazlı bir iktisat yönetim kadrosunun olması lazım. Bu kadronun çıkıp gerektiğinde, “Sayın Başbakanım, Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Bakanım, bu böyle olmaz!” diyebilmesi lazım. Bunu kurgulamadan uzun vadeli düşünmek mümkün değil. Her zaman siyasetçide olacak son karar; onu değiştiremezsiniz, ama siyasetçiye doğru bilgiyi her kanaldan aktaracak bir mekanizmayı kurmak lazım. Türkiye’nin buna yaklaştığı dönemler oldu. Özal’ın ilk dönemlerinde, sonra 2000 istikrar programına giden yolda, teknokrat/bürokrat kesim siyasetçiyi doğru yönde etkilemeye çalıştı. Başarıldı, başarılamadı, tartışılır ama bunu daha düzenli ve sürekli bir hale getirmek lazım.

RG

Bu da yalnız bizim şirketler düzeyinde konuştuğumuz inovasyonun makro politika tarafı.

Evet, aynen.

RG

Ve aynı orada söylediğim şeyleri burada da söylemek mümkün. Bir kere bir işte hakikaten vizyoner, derin düşünen insanlar, uzun vadeli düşünenler elbette olmalı. Tamam. Ama öte yandan eski usul, işte, “bu devletin malıdır, ellenmesin, kanunda böyle yazıyor, bunu doğru uygulayalım” diyen birtakım bürokratlar da olsa, biz çok acayip ilerleme göstereceğiz zaten. Türkiye’deki kamuyu ıslah etmeye çıktığımız zaman elimiz mecbur yapacağız bu işi de. Yani çok kıymetli insanlar çok uzun vadeli işleri düşünüyor olsunlar, tamam... Ama ondan evvel hangimize sorsalar zaten, “ne yaptığını bilen, bağımsız, tarafsız hâkimler olsun” diyeceğiz mesela. Oradan tutmak gerekiyor.

Uzun vadeli düşünmenin önemli olduğuna vs. katılıyorum. Fakat yine bunları öne çıkartarak Türkiye’de yapılacak, yapılması gereken işi olduğundan zor göstermeye başlıyoruz. Yani böyle vizyoner birtakım insanların Türkiye’nin önündeki 50 senesini planlaması vs. Tamam, ben hayatımı ona verdim, o ayrı, ama birincil öncelikli işin bu olmadığının farkındayım. Hakikaten Türkiye’de yapılacak bir sürü kolay iş var. Ne bileyim, işte, ortalama Türk bürokratının, memurunun birinci derdi: “Aman buna şimdi böyle olur dersek, yarın öbür gün bana dava açarlar” diye korkup, her şeye “olmaz” demesin. Bunu yapabilirsek, bu memleket acayip bir şekilde havalanacak.

Benim Türkiye bürokrasisinde, her kademesinde hep gördüğüm iki tane acayiplik var. Bir tanesi, canı iş yapmak istemeyene “bak şurada öyle yapmışlar, olmuş” dediğin zaman cevap olarak, “Türkiye’nin özel koşulları var, orada olur ama burada olmaz” demesi... Ne o özel koşullar? Yani biz de insanız işte burada! Çoğu zaman bu, “canımız istemiyor” demek...

İkincisi de, tam tersine, tembellik... “Bunu niye böyle yapıyorsunuz?” “Bilmem nerede öyle yapılıyor.” Tamam, ama bilmem nerede şu koşullar olduğu için öyle oluyor, burada olmayacak. Yine de nihayetinde, “yapan nasıl yapmış, Türkiye buna hangi yönlerden benziyor, hangi yönlerden ayrışıyor, biz bu memlekette bu işi nasıl yapacağız?” diye başlamak lazım. Biraz düşünsel çaba sarf etmek, iş yapmaya niyetli olmak gerekiyor.

Şimdi böyle bakmaya başlayınca, işler o kadar zor olmaktan çıkıyor. Bir noktada da şunu görmeye başlıyoruz zaten: Öyle içsel olarak bir his var, ne yapmak gerektiğine dair... Azıcık aklı başında insanlara sor, herkes aynı şeyi söylüyor. İşte burada sizin söylediğinizle, Murat Hoca’nın söylediğiyle, benim söylediğim farklılaşmıyor. Hani kim ağzını açsa zaten “bu eğitim sistemiyle olmuyor; demokrasimiz, işte, milli gelirimizi artırmaya yeterli değil; adalet sistemimizin ıslah olması lazım.” Herkes aynı şeyi söylüyor. Dolayısıyla aslında bilmiyor değiliz. Bence bu önemli ve ümit vaat eden bir şey, sadece sorunun ne olduğunda değil, çözümün ne olduğunda da genel bir mutabakat mevcut.