YILMAZ ARGÜDEN ve ÖZLEM YILDIRIM ÖKTEM
ile Söyleşi
  • YILMAZ ARGÜDEN

    Kitapları ve makaleleri birçok dilde yayımlanan Argüden, International Finance Corporation (IFC), Kurumsal Yönetişim Grubu Danışma Kurulu üyeliği ve OECD Business Industry Advisory Committee (BIAC) Kamu Yönetişim Komitesi başkan yardımcılığı gibi pek çok uluslararası görev üstlendi. Rothschild Yatırım Bankası’nın Türkiye yönetim kurulu başkanlığının yanı sıra kariyeri boyunca çeşitli ülkelerde 50’yi aşkın şirketin yönetim kurullarında görev aldı. Ulusal Ağlar Danışma Kurulu başkanı seçildiği UN Global Compact yönetim kurulunda görev aldı. Faaliyetlerini Boğaziçi Üniversitesi Vakfı bünyesinde yürüten, kâr amacı gütmeyen Argüden Yönetişim Akademisi’ni kurdu. Kal- Der başkanlığı sırasında Ulusal Kalite Hareketi’ni başlattı. Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı, Özel Sektör Gönüllüleri Derneği, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği (BÜMED), TESEV, Türk-Amerikan ve Türk-Kanada iş konseyleri gibi birçok sivil toplum kuruluşunun kuruculuğunu ve/veya liderliğini üstlendi. Avrupa Parlamentosu’nda kurumsal sosyal sorumluluk projeleriyle geleceği şekillendiren en iyi üç şirket arasında değerlendirilen ve B20 Yönetişim ve Sürdürülebilirlik Bilgi Ortağı seçilen ARGE Danışmanlık’ın yönetim kurulu başkanıdır. Strateji, iş mükemmelliği, kurumsallaşma ve sürdürülebilirlik konularında birçok Türk ve yabancı şirkete yönetim danışmanlığı hizmetleri vermektedir. Stratejik Liderlik, Üstün Vatandaşlık, Seçkin Kariyer gibi birçok ödül sahibi olan Argüden, yaşam kalitesini yükseltme çalışmaları nedeniyle Dünya Ekonomik Forumu tarafından “Geleceğin 100 Global Lideri” arasına seçilmiştir.

  • ÖZLEM YILDIRIM ÖKTEM

    Lise öğrenimini Kadıköy Anadolu Lisesi’nde tamamladı. Lisans derecesini 2000 yılında Koç Üniversitesi İşletme Bölümü’nden aldı. Bocconi Business School’dan uluslararası ekonomi ve yönetim alanında yüksek lisans derecesini, Bocconi Üniversitesi’nden yönetim alanında doktora derecesini almaya hak kazandı. Türkiye’ye döndükten sonra iki yıl Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi’nde aile holdingleri ve kurumsal yönetim konusunda araştırmalar yaptı. Doçentlik unvanını 2012 yılında yönetim ve strateji alanında aldı. Araştırma alanları aile işletmelerinde sürdürülebilirlik, uluslararasılaşma, yönetim kurulları, tepe yönetim ve nesiller arası geçiş konularını kapsamaktadır. Bu konularda önde gelen yerli ve yabancı dergilerde pek çok makalesi bulunmaktadır. Yaklaşık on yıldır görev yapmakta olduğu Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası Ticaret Bölümü’nde lisans ve yüksek lisans seviyelerinde stratejik yönetim, insan kaynakları ve araştırma yöntemleri dersleri vermektedir.

BÜLENT ECZACIBAŞI

Hoş geldiniz değerli hocalarım.

Şimdi her şeyden önce, çok iyi bildiğiniz gibi ben bir aile şirketinin ikinci kuşağının temsilcisiyim ve yönetim kurulu başkanlığını yürütüyorum. Çevremde de aile şirketlerinin sık görülen sorunlarıyla boğuşan veya kuşaklar arası geçişin sorunlarıyla baş etmeye çalışan pek çok kurum görüyorum, bunların bazılarını yakından tanıyorum; kurucuları, kurucularının çocukları ve yöneticileri yakın dostlarım arasında. Biraz aile şirketlerinin sorunlarına değinerek tartışmamıza, sohbetimize başlamayı önereceğim. Aile şirketlerinin son dönemlerde fazlasıyla dikkat çektiğini düşünüyorum. Yanılıyor muyum acaba? Yani daha önceleri bu ölçüde bir ilgi var mıydı dünyada? İşte araştırmalar, kurulan dernekler, işletme okullarında verilen dersler, aile şirketlerinin sorunlarına odaklanan birçok toplantı, seminer… Ben çok sık çağrılar alıyorum, konuşma yapmam için.

Biraz ismi büyük olan, çok ortaklı şirketler galiba daha ön plandaydı bir zamanlar. Ama aslında birçok ülkede ekonominin belkemiğini aile şirketlerinin oluşturduğu belki de bugünkü kadar bilinmiyordu. Neyse, biliniyordu ya da bilinmiyordu, ama böyle bir gerçek var: Birçok ekonomide üretimin büyük bir kısmı aile şirketleri tarafından yapılıyor. Bu nedenle aile şirketleri önemli görünüyor ekonomiler için, ülkeler için.

Aile şirketlerinin de kendilerine has problemleri olduğunu biliyoruz. Bu problemlerden bir tanesi aile şirketlerinin uzun ömürlü olamamaları, özellikle kuşaklar arasındaki devirlerde fireler olması. Yani kurucu kuşaktan ikinci kuşağa, sonra hatta daha da önemlisi üçüncü kuşağa geçerken aile şirketlerinin çeşitli nedenlerle yok olmaları. Bütün bunlar da aile şirketlerinin kendi yapılarındaki problemlerden ileri geliyor gibi görünüyor. Son dönemlerde özel sermaye fonlarının ikinci, üçüncü kuşakta başarıları düşen aile şirketlerini satın almaları, ardından yeniden yapılandırma çalışmalarıyla değer yaratmaları iş ve ekonomi gündeminde giderek daha çok yer alıyor. Ancak problemleri olduğu gibi, güçlü yönleri de var aile şirketlerinin. Daha uzun dönemli bir perspektifle yönetilebildikleri için, kısa dönemli değer artışı hedeflerinin ötesindeki amaçlara yönelebiliyorlar. İşin sürdürülebilirliğine ve gelecek kuşaklara sağlıklı devrine daha çok değer veriyorlar. Topluma katkıyı ön plana alarak bazı kısa dönemli avantajlardan feragat edebiliyorlar. Aile şirketleri bünyelerine çeviklik ve kıvraklık sağlayacak unsurları katarlarsa çok başarılı olabiliyorlar. Bunları düşündüğümüz zaman aslında ben aile şirketlerinin geleceği konusunda oldukça iyimserim.

Özellikle ilgimi çeken iki soru var: Birincisi, Türkiye’nin aile şirketleri, kendi türlerinin iyi bilinen hastalıklarıyla baş etmekte ne kadar başarılılar, kendilerini bekleyen sorunlara ne kadar hazırlıklılar? Aile şirketlerinde yönetişimi iyileştirmek için yapılabilecek şeyler neler?

İkincisi de, acaba Türkiye’ye özgü bazı durumlar var mı? Yani bizim kültürümüzden kaynaklanan, aile şirketlerinin sorunlarını belki de daha zorlaştıran, daha kötüleştiren, içinden çıkılması zor hale getiren... Bir örnek vermek gerekirse, bizim toplumumuzda bir güven sorunu olduğundan hep söz ederiz. Bu güven sorunu acaba aile şirketlerini profesyonellere teslim etmekte bir engel oluşturuyor mu? Yorumlarınızla bu konuları biraz irdeleyelim mi?

ÖZLEM YILDIRIM ÖKTEM

Haklısınız, aile şirketlerine olan akademik ilginin giderek arttığını söyleyebiliriz. Yıllar içinde saygın akademik dergilerde aile şirketleriyle ilgili yayımlanan makale sayısı ve aile şirketlerine yoğunlaşan dergi sayısı artış gösterdi. Aile şirketlerini konu alan makaleler artık sadece girişimcilik dergilerinde değil, yönetim, işletme ve sosyal bilimlerin farklı disiplinlerinde yer alan dergilerde de yer bulmakta. Yurtdışında önde gelen bazı işletme okullarının müfredatlarında aile işletmeleri dersi var.

Bilim insanlarının ve işletme okullarının ilgisini bu alana yönlendiren ana sebep aile şirketlerinin birçok ülkenin ekonomisinde önemli bir yer tutması. Örneğin, Amerika’da ve Batı Avrupa’da halka açık firmaların yarısından çoğu ailelerin kontrolündeki şirketler. Ayrıca, S&P 500, Fortune 500 gibi listelerde yer alan firmaların önemli bir yüzdesini aile yönetiminde olan şirketler oluşturuyor. Aile işletmeleri sadece gelişmiş ülkelerde yaygın değil. Arjantin, Güney Kore, Hindistan, Malezya, Tayvan gibi geç sanayileşmekte olan ekonomilerde Türkiye’deki adıyla “aile holdingi” olarak bilinen iş grupları, en önemli ekonomik aktörler. Bizdeki aile holdinglerinden de bildiğimiz gibi, bu örgütsel formun başlıca özelliklerinden biri ailenin hâkim ortak olması ve holdingin yönetiminde aktif rol oynaması.

Az önce aile şirketlerinin yönetiminden bahsederken güven dediniz, çok doğru bir noktaya değindiniz. Ben de Türkiye’deki aile şirketlerinin güvene dayalı bir yönetim modeli benimsediğini düşünüyorum. Bu biraz da Türk kültürünün kolektif bir kültür olmasından kaynaklanıyor. Bireysellik düşük, dolayısıyla işe alımlarda ve terfilerde beceri ve yetenekten ziyade güven ve sadakat ön plana çıkıyor. Profesyonellikten çok ilişkiler önem kazanıyor. KOBİ’lere baktığımızda akrabalık ve hemşerilik bağlarının çok önemli olduğunu görüyoruz. Tabii bunlar küçük ve orta boy işletmeler oldukları için aile üyeleri şirketin yönetiminde hem sayıca hem de bilgi ve tecrübe bakımından yeterli olabiliyor.

Küçük aile şirketlerinde aile dışından birinin tepe yönetimde yer alma şansı çok düşük, bir de kadınsa neredeyse hiç şansı yok. Aile holdingleri ise farklı bir yapıya sahip; hem çok büyükler hem de çok çeşitli sektörlerde faaliyet gösteriyorlar. Böyle olunca, aile sayıca yetemiyor. Bilgi ve tecrübe bakımından da her iş kolunda yeterli olması zor. Holdinglerde aile, kilit pozisyonları elinde tutarak ve pek çok bağlı firmanın yönetim kurulunda eş zamanlı olarak yer alarak kontrolü elinde tutmaya çalışıyor tabii, ama tepe yönetime kaçınılmaz olarak aile dışından kişiler de geliyor. Ama orada bile eğitimin ve yeteneğin yanı sıra holding bünyesindeki kıdemin çok önemli olduğunu görüyoruz. Aile holdinglerinde tepe yönetime gelmede güvenin, holdinge özgü bilgi, deneyim ve ilişkilerin yüksek değer taşıdığını söyleyebiliriz.

YILMAZ ARGÜDEN

Memnuniyetle ben de birkaç noktayı eklemek isterim. Kurumsallaşma konusunun bu günlerde çok daha sık gündeme gelmesinin nedenlerinden birincisi Türkiye’nin sanayileşme tarihinde ikinci nesle veya üçüncü nesle geçiş döneminin yeni başlamış olmasıdır. Dolayısıyla bu sorunlarla yeni karşılaşıldığı için bu konudaki duyarlılık artıyor. Çevrelerindeki başarı veya başarısızlık hikâyelerini gören aileler de kurumsallaşma konusuyla daha yakından ilgileniyorlar. Aile şirketlerinin çok önemli artıları da var, güçlükleri de var.

Konunun gündeme gelmesinin nedenlerinden ikincisi de aile şirketlerinin uzun vadeli bakış açılarının günümüzde daha değerli olması. Örneğin, ailelerin kendi adlarını şirketlerine de vermeleri işlerine çok daha uzun vadeli bakmalarına, devamlılığa ve itibara daha fazla önem vermelerine neden oluyor. Uzun vadeli bakış açısı günümüzde çok önemli bir özellik. Çünkü şirketlerin dünyanın kaynaklarına veya paydaşlara yaptığı etkilerin ölçülmeye başlaması, bununla ilgili toplumun duyarlılık ve tepki hızının artmış olması aslında kurumları da daha uzun vadeli düşünmeye yöneltiyor. Nitekim, “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” ile uyumlu davranan şirket sayısının artmaya başlaması da bu konudaki gelişmeyi gösteren güzel bir örnek.

Aile şirketlerinin sorunlarına gelecek olursak, en önemli sorun aslında hissedarlık, yöneticilik ve aile ilişkilerinin birbirlerine karışıyor olması. Yani bu üç ilişkiyi aslında birbirinden bağımsız ele alma yeteneğimiz olsa, aile şirketlerinin sorunlarının en önemli kısımlarını çözmüş oluruz. Tek başına yeterli değil ama en önemli meselenin burada odaklandığını düşünüyorum. Maalesef, özellikle şirketlerin kurucularında bu üç özellik aynı kişide bulunduğu için daha sonraki nesillerde ve alışkanlıklarda da yine benzer beklentiler oluyor. Yani ailenin büyüğü kurucu olduğu için en büyük hissedar. Zaten girişimci ve işin başından beri şirketi kendisi yöneterek başarıya ulaştırdığı için en üst düzeydeki ve etkili yönetici kendisi. Ancak tüm bu rollerin hepsini tek başına başarılı olarak üstlenme becerisinin tek bir kişide toplanması olasılığı nesiller ilerledikçe azalıyor. Aslında, tüm rolleri üstlenen kurucunun bile tüm yaşamı boyunca her rolde başarıyı sürdürmesi de pek sık rastlanan bir durum değil. Üstelik ailenin alışkanlıkları bu durumun farkına varılmasını geciktirebiliyor. Ayrıca, ailede vâris sayısı arttıkça yetkinlikten bağımsız olarak farklı kişilerin yetki üstlenme, gücü kullanma arzusu aile içinde mutsuzluk yaratabiliyor.

ÖYÖ

Özellikle üçüncü nesilden itibaren... Bu aşamada şirket kuzenler tarafından yönetiliyor. Özellikle yaşları yakın olan kuzenler arasında yoğun rekabet yaşanabiliyor, hatta bu durum şirketten kopuşlara neden olabiliyor. Bunu son yıllarda bazı büyük aile holdinglerinde gördük.

YA

Ülkemizdeki güven unsuru çok önemli bir husus. Maalesef anlayışımızda kurumlara değil, kişilere bağlı bir güven olgusu var. Oysa hem aile şirketlerinin hem de her türlü kurumumuzun uzun vadeli yaşamlarını sürdürüp gelişebilmeleri için aslında kurumlara güven duyulacak sistemlerin kurgulanmasına ihtiyaç var. Bunun önündeki en büyük engel de toplumsal kültürümüz. Çünkü yeteri kadar sorgulamayı ve kolektif karar vermeyi destekleyen bir kültürümüz yok.

Ailede babanın sözünden çıkma, okulda hocanın sözünden çıkma, askere gidiyorsun komutanın sözünden çıkma, işe gidiyorsun patronun sözünden çıkma anlayışı hâkim. Sözünden çıkmaya çıkmaya, yavaş yavaş insanlar bağımsız düşünme yetisini yitiriyor ve yeteri kadar sorgulamıyorlar; sorguluyorlarsa da bunu açık ve şeffaf bir şekilde değil, dedikodu şeklinde yapıyorlar. Sonuç olarak da kolektif karar verme becerilerimiz yeteri kadar gelişmiyor. Bu nedenle, yönetim kurullarında farklı bakış açılarıyla konuları değerlendirmek yerine patron karar verir hale geliyor, her şey patrona sorulur hale geliyor. Bu da hata yapma risklerini artırıyor, sürdürülememe riskini artıran bir unsur oluyor.

Özetle, aile şirketlerinin sorunlarının kök nedenleri arasında kültürel boyut önemli bir yer tutuyor. Kurumun başından itibaren gelen alışkanlıkların sürdürülememe durumu var ve rollerin ayrışması konusunda yeterli hazırlığın yapılmaması durumu var.

ÖYÖ

Aile şirketi olmak rasyonel karar almayı engelleyici olabiliyor. Bunu sadece işe alımlarda görmüyoruz. Örneğin aile, holdingin etrafında büyüdüğü ilk şirketlerle duygusal bir bağ kurabiliyor ve artık pasif olmalarına rağmen o şirketleri elden çıkarmak istemiyor. Aile, şirket içi süreçlerle ilgili veya daha önemli stratejik konularda rasyonel karar vermeyebiliyor. Ama aile şirketi olmanın şirketin performansını, büyümesini veya uluslararasılaşmasını olumsuz etkilemediğini gösteren pek çok akademik çalışma var. Yani “ailenin yönetimde olması şirketi olumsuz etkiler” diyemeyiz, aile üyelerinin de şirkete önemli katkıları olabilir. Aile üyelerinin psikolojik ve sosyal sermayesi, aile dışından olan yöneticilere oranla daha yüksek. Aile her şeyden önce şirketi kendi adıyla özdeşleştirdiği için şirketle ilgili daha uzun vadeli düşünüyor. İşi ileriye taşımak için motivasyonu daha yüksek. Aile üyeleri şirketin çıkarlarını kendi çıkarlarının üzerinde görebiliyor. Dışarıdan gelen yöneticiden uzun vadeli bakmasını ve şirketin çıkarlarını kendi çıkarlarının üzerinde tutmasını bekleyemeyiz. Ayrıca ailenin sosyal sermayesi de aile dışından olan yöneticilere göre daha güçlü. Hem şirket içinde yıllar boyunca biriktirdikleri bağlar, güven ilişkileri hem de dış paydaşlarla ilişki ağları var. Hem dış paydaşlar hem iç paydaşlar kalıcı olarak aile üyelerini gördükleri için şirketle olan ilişkilerini aile üzerinden yürütüyorlar. Kurumların iyi işlemediği ortamlarda ilişkiler büyük önem taşır. Ailenin sosyal sermayesi şirket için önemli bir kaynak oluşturuyor.

YA

İki noktayı daha vurgulamak isterim. Birincisi profesyonellerin seçimi. Bu sadece şirketlerle alakalı değil, her türlü seçim için geçerli bir konu. İki açıdan bizim toplumumuzda sadakat, yetkinlikten daha fazla ön plana çıkıyor. Bunlardan birincisi ne yapılacağını yeteri kadar bilmeyen veya planlamayan patronlar tarafından yönetilen kurumlarda, “Ben ne yapılacağına karar verdiğim zaman hızlı takip edilsin, sorgulanmasın, bir an önce lafım dinlensin” gibi bir anlayış olabiliyor. Dolayısıyla, “Yöneticilerim bana sadık olan insanlardan olsun da takımımda bir ayrışma olmasın, kararlarım sorgulanmasın, sadece uygulansın” diye düşünenlerin seçimlerinde sadakat, yetkinliğin önüne geçiyor. Ayrıca, bu şekilde düşünülmese bile en iyileri seçmek çok zor bir iş. Bir kere ilk önce en iyiyi tanımlamak lazım, “İyi nedir?” diye sormak lazım. Bu iyiyi tanımlama becerisi herkeste olmayabiliyor, her kurumda olmayabiliyor. Çünkü ne yapılacağını bilmiyorsan, ona uygun olan iyiyi de tanımlayamıyorsun.

Diyelim ki ne istediğimizi ve hangi yetkinliklere sahip kişilerin bu işi en iyi şekilde yapabileceğini tanımladık. Bundan sonra da seçim önemli bir süreç gerektiriyor. En iyiyi seçebilmek için talebinizi yaygın şekilde duyuracaksınız, yani ağınızı geniş atacaksınız, yüzlerce binlerce özgeçmiş gelecek, bunların arasından seçim yapmak için emek harcayacaksınız, yatırım yapacaksınız iyiyi seçmek için. Bunu yapmadığınız zaman, diyelim ki tanımladığınız özelliklere sahip kimse var mı diye sadece üç arkadaşınıza soruyorsunuz, onların tanıdığından birisi çıkıyor yine camia içinden, aileden; akraba, mahalle, okul arkadaşı vs. gibi birisini tercih etmiş oluyorsunuz. Bu yaklaşımın kurum açısından da, toplumsal açıdan da önemli zayıflıklar yarattığının bilincinde olmalıyız. Öncelikle, yetkinlik seviyesi organizasyonlarda yeteri kadar gelişmiyor. Bu çok önemli bir eksiklik diye düşünüyorum. Yani kimin işe alınacağı konusundaki süreçlerin yetkinlik bazlı olması ve buna ciddi yatırımın yapılması kurumun sürdürülebilirliği açısından önemli, aksi takdirde istediğiniz niteliği sağlayamıyorsunuz. İkinci bir husus da topluma verilen mesajın “iyi bir pozisyona gelmek istiyorsan kendini geliştirmelisin” yerine “bir tanıdık ara” şeklinde olmasının toplumsal gelişme hızına verdiği zarar.

Tanıdıklara yönelmenin nedenlerinden birisi de seçilen yöneticinin sorgulanamaz, tek yetkili olacağı endişesi. Oysa, iyi yönetişim süreçlerinin kurumsallaştığı şirketlerde bu konu çok daha iyi yönetilebilir. Bir başka ifadeyle, sorun yönetişim dediğimiz kavramın kurum içinde yeteri kadar oturmamış olmasından kaynaklanıyor. Çok güzel bir reklam var “kontrolsüz güç, güç değildir” diye. Dolayısıyla hiç kimse tek başına tam olarak yetkili olmamalı, patron da dahil olmak üzere. Bu kültürü benimsemediyseniz “Ben patronum, ben kurdum, ister ben çıkartırım, ister ben batırırım” diyorsanız, o zaman kendi yerinize profesyonel getirmeyi düşündüğünüzde, içgüdüsel olarak “aman yetkiyi verdiğimiz kişiyi kontrol edemezsek” endişesiyle, “görevi oğluma, yeğenime, tanıdığıma vereyim” anlayışı gelişmeye başlıyor.

Dolayısıyla sorun hem seçim tarafında hem de seçilen kişilere yetki verildiğinde, bu yetkinin nasıl kullanıldığının kontrolü, denetimi, yönlendirilmesi konusundaki sistem eksikliklerinden kaynaklanıyor diye düşünüyorum.

BE

Konuşmalarınızda sizin de kullandığınız bazı kavramları netleştirmekte yarar olabilir mi acaba diye düşünüyorum, çünkü bu kavramlar sık sık karşımıza çıkacak. Bunlardan bir tanesi “kurumsallaşma”, diğeri de İngilizcede governance denen “yönetişim.” Yönetişim yerine “kurumsal güven” ya da “kurumsal yönetim” kavramları da kullanılıyor. Kavram karmaşasını önlemek için biz yönetişim kelimesini benimseyerek tartışmamıza devam edelim mi? Şimdi şu tanımlarda acaba hemfikir miyiz? Kurumsallaşma deyince ben bir kurumun kişilerin varlığına bağlı olmadan varlığını sürdürebilir ve geliştirebilir aşamaya gelmesini anlıyorum. Kurumsallaşma olmadan başlayabiliyor şirketler, gelişebiliyor, ama uzun ömürlü olabilmeleri için kurumsallaşma sürecinde başarıya ulaşmaları gerekiyor. Bizim tecrübelerimiz bunu gösteriyor. Kurumsallaşma süreci içinde şirketler kişilere bağımlı olmayan kendi yöntemlerini, yapı ve süreçlerini geliştiriyor ve belirli bireylerin varlığına bağlı olmadan faaliyetlerini sürdürmenin altyapısını oluşturuyorlar. Bunun da önünde bazı engeller olabiliyor. Benim gözlemlerime göre bunun önündeki en büyük engel aile bireyleriyle şirket yönetimi arasındaki ilişkilerin kurallara bağlanmaması oluyor. Aile bireyleri şirkette hangi kurallara göre, hangi ilkelere göre görev alırlar, nasıl terfi ederler, görevlerinden nasıl ayrılırlar, hatta gerektiğinde hisselerini nasıl satarlar? Bu gibi kuralların belirlenmemiş olması kurumsallaşmanın önündeki engeller. Bunlar birçok sakıncaya yol açıyor.

Bir tanesi, profesyonellerin içinde yaşadıkları ve çalıştıkları ortamda büyük bir belirsizlik yaratıyor. Profesyoneller kuralları bilmiyorlar çünkü bunlar belirlenmemiş, yazılıp çizilmemiş, kişilere göre değişiyor. Aile şirketleri bu engeli aşmak için bazı durumlarda aile anayasaları oluşturmaya çalışıyor. Doğrusu bunun yararına çok inanıyorum. Kolay bir şey olmadığını da biliyorum. Aile anayasalarında ilkeler, kurallar, tüm aile bireylerinin mutabakatıyla bir belgeye dökülmüş oluyor ve kurucudan sonraki dönemlerde de aile bireylerinin davranışlarını ve kurumla ilişkilerini düzenliyor. Burada belki de en büyük zorluk zamanlaması. Her zaman yapılabilen bir şey değil. Daha doğrusu ortak sayısı veya şirkette aktif aile bireyi sayısı arttıkça zorlaşan bir şey. Bunu yapmanın en uygun zamanı kurucunun hayatta olduğu zaman. Kurucu kendi iradesiyle, aile içinde temsil ettiği otoriteyi kullanarak, aile bireyleri üzerindeki otoritesini kullanarak bir aile anayasası oluşturursa eğer, şirkete ve ailesine çok büyük bir iyilik ediyor. Ama o fırsat kaçarsa o zaman hiç olmuyor veya olmaz demek istemiyorum ama…

YA

Zorlaşıyor.

BE

Çok zorlaşıyor. Çünkü bu dengelerin kurulması sırasında herkes aynı ölçüde memnun olmayabiliyor.

Aile anayasasını kabul ettirecek olan da aslında kurucu ve kurucunun otoritesi. O nedenle acaba şu bir öneri veya tavsiye olarak dile getirilebilir mi: Aile şirketleri bu konuya önem vermeliler ve zamanında bu belgeleri hazırlamalılar ve uygulamaya koymalılar.